02 Haziran 2014 Pazartesi 06:00 |
Deneyimli sendika uzmanı Murat Özveri, Türkiye’deki makbul sendikacı tipini anlattı
Soma Kömür’e ait maden ocağında 301 kişinin ölümüne neden olan facia ülkede sendikacılığın da içler acısı halini gözler önüne serdi. Anlatına göre, Soma Kömür’de örgütlü Maden-İş’in delege seçimlerinde işçiler ellerine verilen kapalı zarfı sandığa attı. İşçiler, sendikanın kendileri için ne anlama geldiğini, “İşyerindeki bir sorunu söylesek, biz binadan çıkar çıkmaz, patronu arayıp haber veriyorlardı. Olmaz olsun böyle sendika” diye anlatıyordu. Biz de, Soma’dan yola çıkarak Türkiye’deki sendikacılığı, alanı iyi bilip eleştirel yaklaşan isimlerden Dr. Murat Özveri’ye sorduk.
Anlatılanlar gösteriyor ki, Soma Kömür’de sendika, işçinin değil işverenin temsilcisi gibi hareket etmiş. Bu, Türkiye’de istisnai bir durum mu?
Ne yazık ki istisna değil kural. İstisna olan, sendikacı gibi sendikacılık.
Nasıl gelindi bu noktaya?
1980’den sonra oluşturulan sistemde özel sektörde bir sendikanın örgütlenebilmesi için iki yol var. Birincisi sendika, iki-üç yıllık bir mücadeleyi ve bu sürecin sonunda üyesinin kalmamasını göze alacak.
Neyin mücadelesi veriyor bu süreçte?
İşveren, sendikanın yeter sayıda işçiyi üye yaparak aldığı toplu iş sözleşme yapma yetkisine itiraz ediyor. Bunun üzerine, gerekli sürecin tamamlanıp işverenin karşısına oturması için geçen ortalama süre 424 gün. O 424 günde, hiç bir koruması olmayan işçi, hele de öncü işçiler işten atılmışsa, “Aman işi kaybetmeyeyim” diye basıyor sendikadan istifayı. Sürecin sonunda sendikanın genelde yeter sayıda işçisi kalmamış oluyor.
Sendikanın ikinci seçeneği ne?
İşverenin icazetiyle örgütlenmek. O zaman da sendikanın işyerinde etkili güç olmasına asla izin verilmiyor. Zaten, işverenle anlaşarak yapılan bir örgütlenme sonrasında, o sendikanın işçilerin haklarını korumasını beklemek mantığa aykırı. Türkiye’de özel sektörde örgütlü olanlar genellikle bu sendikalar. Buna biz sosyolojik olarak da sendika demiyoruz, çünkü bağımsız değiller.
Sendika gibi sendikacılık yapanlar hangileri?
Küçük sendikalar. Burada işçinin denetimi her zaman sendikacının üzerinde. İki şube bir araya geldiğinde, yönetimi değiştirme gücüne sahip. Üye sayısı 5-10 bin arasında, işkolu sendikacılığı kağıt üzerinde kalmış, işyeri sendikası gibi çalışıyorlar. Bu tür sendika gibi sendika örgütlenmesinin önüne geçmek için onların bulaştığı yere işveren hemen büyük sendikaları getirir. Büyük sendika-işveren işbirliğiyle, operasyon yapılır. Küçük sendika tasfiye edilir.
Soma’da da Uyar Madencilik’te işçiler muhalif bir sendikada örgütleniyor. İşveren hemen Soma Kömür’de örgütlü Maden-İş’i getiriyor...
Türkiye’de sistemin kurgusu bu. 1908’den beri devlet denen siyasal örgütlenme, işçi hareketinin kendi özgücüne dayalı olarak örgütlenip bağımsız örgütlerini yaratmasına izin vermemiştir. 1980’den sonra yatay örgütlenmelere izin vermeyerek oligarşik sendikal yapı oluşturmuştur.
Batıda durum nasıl? Devletin “Alın size bu hakları veriyorum” dediği ülke var mı?
Yok. Olamaz da zaten. Yasaklarla sendikal hareketin gelişimi ikiz kardeş gibidir. Sendikacılık, mevcut yasaları çiğnemeden, kendi hukukunu yaratmadan var olamaz. Batı’da da öyle olmuştur.
Peki, Türkiye’de sendikacılar, mevcut sisteme karşı bir mücadele veriyorlar mı?
Hayır vermiyorlar.
Neden? Bu sistemden çıkarları ne?
Düşünün, siz bir işçisiniz. Sendikaya yönetici seçildiğiniz anda işyerindeki tulumunuzu çıkarıyorsunuz, devasa bir makam odasına geliyorsunuz. Artık emrediyorsunuz. Az ya da çok bir iktidarla tanışıyorsunuz. Özel arabanız, özel şoförünüz var. Tüzükteki gelirlerle yetinseniz, -sendikacı deyimiyle- hiç tırtıklamasanız dahi dünyanız değişiyor. Siz artık sorun çözen bir insansınız, “alo” deyince bakanla muhataptasınız.
Bir nevi patron oluyorsunuz...
O koltuk o kadar cazip ki, dört elle sarılıyorsunuz. Sendikacı davranışını güdüleyen temel etkiye ben, “koltuk korkusu” diyorum. O koltuğu sendikacının elinden alabilecek iki güç var, biri hükümet, biri taban. Tabanın, “Adam gibi sendikacı olmazsan altındaki koltuğu alırım” diyebileceği mekanizmaları tıkamışsanız, koltuğu tehdit edebilecek tek güç hükümettir. Koltuk korkusuyla, hükümet korkusunu topladığınızda da ortaya dansöz sendikacı çıkar. Söylemi işçi lehine, demokrat ama gerçekte işçi lehine davranabilecek iktidarı kendinde görmeyen sendikacı tipi çıkar. İşte “makbul sendikacı” budur. Bu sendikacıları en güzel ifade eden tip “vukuatsız kabadayı”dır.
Nasıl bir tip o?
Söylemlerinde hükümeti, işvereni tehdit eder, emeğin kutsallığına vurgu yapar, geçmişte yaptıkları büyük direnişlere övgü düzer, ama ortada bir iş, bir vukuat yoktur. Hayatı dönüştürecek bir güç yoktur. Bir de bunlardan kötüsü var: sarı sendikalar. Sarı sendika, açık şekilde işveren ya da hükümet güdümünde bir başka sendikayı tasfiye için, var edilmiş sendikalardır.
Makbul, sarı, gerçek... Her birinin toplamda payı nedir?
Sarı sendika azdır. Ama makbul sendikalar ana gövdenin tamamını oluşturur. Sendika gibi sendikaların sayısı ise bir elin parmağını geçmez. Türk-İş, DİSK, Hak-İş, hepsinde de tablo aynıdır. Ve Koltuğu tehlikede olan sendikacı ideolojisinden, inancından bağımsız aynı tepkiyi verir.
Sendika gibi olmayan sendikalarda, işçiyle nasıl bir ilişki vardır?
Öyle işyerleri var ki, orada sendika, personel müdürü gibi çalışıyor. İşçi işe alınırken önce sendika denetiminden geçiyor. İşçiye şu hissettiriliyor, “Bu ekmeği sendikacının da oluruyla yiyorsun. Ona tabisin.”
Sendika yöneticilerinin maaşı ne kadar?
Küçük sendikalarda çok fazla değil, işçinin aldığı ücretin tahminen iki katı. Ama büyük sendika derseniz, maazallah... 20 bin lira kök maaş alıp bunun yanında, ikramiyesi, yollukları olanlar olduğunu duyuyorum. Bir de risk tazminatı var. Sendikacı, sendikacılık yapması nedeniyle üstlenmiş olduğu riski paraya çevirir. Her genel kurulda bu riskin karşılığında toplu bir para alır. Bir tür kıdem tazminatı.
Bu rakamlar açıklanmıyor mu?
Açıklanıyor. Genel kurulda bütçe oylanıyor zaten. Sorun bu oligarşik yapıya “O parayı vermiyorum” diyebilecek bir delege yapısının çıkmaması. Asker delegelerle, genel kurallar oluşturuluyor. Sendika içi demokrasi işlemiyor.
Asker delege derken neyi kastediyorsunuz?
Yönetimler delege seçimlerini yaparken, kendilerine koşulsuz oy verebilecek yandaşlarını cımbızla seçerler. Sendikacılar sıradan insanlar değildir. Sınıfın süzülüp gelmiş en zekile ridirler. Hele de sendikada iç çekişme varsa, onların zekalarına kimse yetişemez. Birçoğu risk alarak gelmişlerdir. Gelirken de ödediklerinin yanında elde edebileceklerini görmüşlerdir. Dolayısıyla daha delege seçimi aşamasında herşey kontrol altına alınır.
Entelektüel bodyguardlar
Sendikalarda, yöneticilerin hısım akrabasını işe sokması gibi bir durum var mı?
- Sokmaması gibi bir durum var mı, diye sorun, daha anlamlı. Birkaç sendika hariç mutlaka bu tür ilişkiler vardır. Öyle girenler de sendikacılara entelektüel bodyguardlık yapar. Mesela dil bilen hukukçular yoktur. Varsa, bu söyleşiden sonra kendini gösterir biz de ILO sözleşmelerini işveren değil kendi hukukçularımızın çevirilerinden okuruz. Ya da AİHM’de Soma’daki dramı takır takır anlatacak dil yeterliliğine sahip, sendikada yetişmiş hukukçu benim bildiğim yok.
Muhalif delegenin başına gelenler...
Diyelim ki sendika yönetimine muhalif bir grup var. Seçimde delege adayı olmak istiyorlar. Neler gelebilir başlarına?
Yaşanmış bir örnekle anlatayım. Bir sendikanın Kocaeli şubesine bağlı işyerlerinde delege seçimi yapılacak. “Aday olmak isteyenler başvursun” diye ilan ediliyor. Bir grup delege, seçimden önce muhalefet hareketi başlatıyor. Ama ne ilginç tesadüf ki, seçimden iki ay önce işveren tarafından işten çıkarılıyor! Bakın işbirliği kendisini nasıl sırıtarak gösteriyor. Yasa diyor ki, “İşten çıkarılmış da olsalar, delege adayı olmaları bunun üzerinden bir yıl geçmediği sürece mümkün.”Ama şube bu kişilerin adaylık başvurusunu kabul etmiyor.
Yasayı dinlemiyor, öyle mi?
Öyle. İşçi, mahkemeye gidiyor, “Biz delege adayıyız, başvurumuz alınmıyor, gelin tesbit edin”diyor. Mahkeme heyeti gidince, şube 20 kişinin delege adaylığını kabul ediyor. Seçim işyerinde yapılacak. İşveren, işyerine almıyor işten atılmış işçiyi. Sendikanın gösterdiği yere gitmesi bile fiilen mümkün değil, giderse orada “dolaşan” birileri var. Bunlara rağmen bu 20 kişi delege seçiliyor. Sonra sendika genel merkezi, seçimlerle ilgili kendi aleyhine bir grup işçiye dava açtırıyor! Mahkeme de, “Evet seçimler böyle yapılmamalıydı” diyerek seçimi iptal ediyor. Bunun üzerine işçiler dava açıyor. Süreç başka hukuki hamlelelerle böyle bir buçuk yıl sürüyor. Yeni delege seçimleri yapılacağı zaman işçiler artık aday olamıyor. Çünkü işten çıkarılmalarının üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmiş.
Sonra?
İşçilerden biri basına konuşuyor: “Sendika kanuna ve tüzüğe aykırı seçim yaptı. Bağlı olduğu konfederasyon uyuyor mu?” diye. Bu sözleri için işçinin aleyhine, sendika 100 bin liralık manevi tazminat davası açıyor. Düşünün, işten atılmışsınız, seçimlerden bertaraf edilmişsiniz, hayatınızı idame ettirmek için küçücük bir büfe açmışsınız, 100 bin liralık davayla karşılaşıyorsunuz birden. Sizi savunacak avukat bulup bulmayacağınız bile belli değil. Siz bu işçinin yerinde olsanız bir daha bu mekanizmaya çomak sokmaya cesaret eder misiniz? Mekanizma, bu arada öbür işçilere de mesaj veriyor: Bana karşı çıkarsan, hareket alanın sıfır.
Devlet, istediği anda ipini çeker
Sendikacı koltuğu korumak için siyasetlene tür ilişkilere giriyor?
Bu yapıyı yaratan en önemli sistem devlet zaten. Devlet, istediği sendikacıya her türlü desteği veriyor. Örneğin yargıya müdahale ediyor. A ya da b sendikacı lehine ricacı oluyor. Genel kurulun iptali davalarında, iki çarpı iki dört etmiyor. Dönemin Çalışma Bakanı Yaşar Okuyan Kocaeli’nde yaptığı bir konuşmada, şube başkanlarına dedi ki, “Sizin bana söylediklerinizi genel merkez yöneticileriniz söyleyemez. İstesem hepsinin ipini çekerim.” Devlet sendikaların bilumum açığını biliyor. Türkiye, Enver Toçoğlu örneğini yaşadı. Toçoğlu Demiryol-İş’in genel başkanıydı, “iyiydi kötüydü” demiyorum. Devrin Türk-İş başkanı ve siyasal iktidarla ters düştü ve bir yakınının cenazesine çiçek gönderdiği için bir daha seçilemeyecek şekilde yöneticiliği sona erdirildi. Yargı sistemi tıkır tıkır işledi. Demek ki, istediği zaman o koltuğu elinden alacak hukuki gerekçe ve mekanizmaya sahip bir iktidar var. O iktidarı tümüyle karşısına alıp, sendika içi mücadeleye girip kazanan sendikacı çok çok azdır. 40 yıldır sendikalarda yönetimlerin kendi içinde bölünmeden olağan seçim sürecinde değiştirilmesi neredeyse hiç görülmemiştir.
Yasaya uymak öldürür
-Sizce bu sendikal yapı nasıl aşılabilir?
-Sanayileşmemizin gelişmesine bağlı olarak kırılacak. Bunlar, dünyanın her yerinde, bizim yaşadığımız süreçleri yaşayan işçilerin yaşadığı sorunlar. Bir işçi liderinin çok hoş bir sözü var: “Yasalara uymak bizi öldürüyor.” Öyle bir noktadır ki bu, tam kırılma noktası. Artık yasaya uymakla uymamak arasında, o işçinin yaşamı açısından hiçbir fark kalamamıştır. İşte orada birileri der ki sendikaya ¨Çık git kardeşim,” yasaya da der ki ¨ Git işine, ben haklıyım.¨ Meşru mücadelede bu yasalar yeniden yazılacaktır o zaman yeni bir sendikal yapı, anlayış, yasal sistem çıkar.
KİMDİR?
Dr. Murat Özveri, 25 yıldır sendikal alanda çalışan bir iş hukukçusu. Doktorasını sendikasızlaştırma üzerine yapan Özveri’nin sosyal güvenlik, özelleştirme, iş mevzuatı gibi konularda sekiz kitabı var. 2004 yılından beri hakemli bir dergi olan Çalışma Ve Hukuk’un yayın yönetmeni olan Özveri hukuk müşavirliğini yürüttüğü, Türk-İş’e bağlı Selüloz-İş sendikasına da dava açmış bir avukat.
TUĞBA TEKEREK
twitter: @tugbatekerek
BU ARŞİV AYDIN KARAASLAN’A AİTTİR.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder