27 Aralık 2016 Salı

Sendikacıyı koltuk korkusu yönetir

02 Haziran 2014 Pazartesi 06:00 |

Deneyimli sendika uzmanı Murat Özveri, Türkiye’deki makbul sendikacı tipini anlattı

Soma Kömür’e ait maden ocağında 301 kişinin ölümüne neden olan facia ülkede sendikacılığın da içler acısı halini gözler önüne serdi. Anlatına göre, Soma Kömür’de örgütlü Maden-İş’in delege seçimlerinde işçiler ellerine verilen kapalı zarfı sandığa attı. İşçiler, sendikanın kendileri için ne anlama geldiğini, “İşyerindeki bir sorunu söylesek, biz binadan çıkar çıkmaz, patronu arayıp haber veriyorlardı. Olmaz olsun böyle sendika” diye anlatıyordu. Biz de, Soma’dan yola çıkarak Türkiye’deki sendikacılığı, alanı iyi bilip eleştirel yaklaşan isimlerden Dr. Murat Özveri’ye sorduk.
Anlatılanlar gösteriyor ki, Soma Kömür’de sendika, işçinin değil işverenin temsilcisi gibi hareket etmiş. Bu, Türkiye’de istisnai bir durum mu?
Ne yazık ki istisna değil kural. İstisna olan, sendikacı gibi sendikacılık.
Nasıl gelindi bu noktaya?
1980’den sonra oluşturulan sistemde özel sektörde bir sendikanın örgütlenebilmesi için iki yol var. Birincisi sendika, iki-üç yıllık bir mücadeleyi ve bu sürecin sonunda üyesinin kalmamasını göze alacak.
Neyin mücadelesi veriyor bu süreçte?
İşveren, sendikanın yeter sayıda işçiyi üye yaparak aldığı toplu iş sözleşme yapma yetkisine itiraz ediyor. Bunun üzerine, gerekli sürecin tamamlanıp işverenin karşısına oturması için geçen ortalama süre 424 gün. O 424 günde, hiç bir koruması olmayan işçi, hele de öncü işçiler işten atılmışsa, “Aman işi kaybetmeyeyim” diye basıyor sendikadan istifayı. Sürecin sonunda sendikanın genelde yeter sayıda işçisi kalmamış oluyor.
Sendikanın ikinci seçeneği ne?
İşverenin icazetiyle örgütlenmek. O zaman da sendikanın işyerinde etkili güç olmasına asla izin verilmiyor. Zaten, işverenle anlaşarak yapılan bir örgütlenme sonrasında, o sendikanın işçilerin haklarını korumasını beklemek mantığa aykırı. Türkiye’de özel sektörde örgütlü olanlar genellikle bu sendikalar. Buna biz sosyolojik olarak da sendika demiyoruz, çünkü bağımsız değiller.
Sendika gibi sendikacılık yapanlar hangileri?
Küçük sendikalar. Burada işçinin denetimi her zaman sendikacının üzerinde. İki şube bir araya geldiğinde, yönetimi değiştirme gücüne sahip. Üye sayısı 5-10 bin arasında, işkolu sendikacılığı kağıt üzerinde kalmış, işyeri sendikası gibi çalışıyorlar. Bu tür sendika gibi sendika örgütlenmesinin önüne geçmek için onların bulaştığı yere işveren hemen büyük sendikaları getirir. Büyük sendika-işveren işbirliğiyle, operasyon yapılır. Küçük sendika tasfiye edilir.
Soma’da da Uyar Madencilik’te işçiler muhalif bir sendikada örgütleniyor. İşveren hemen Soma Kömür’de örgütlü Maden-İş’i getiriyor...
Türkiye’de sistemin kurgusu bu. 1908’den beri devlet denen siyasal örgütlenme, işçi hareketinin kendi özgücüne dayalı olarak örgütlenip bağımsız örgütlerini yaratmasına izin vermemiştir. 1980’den sonra yatay örgütlenmelere izin vermeyerek oligarşik sendikal yapı oluşturmuştur.
Batıda durum nasıl? Devletin “Alın size bu hakları veriyorum” dediği ülke var mı?
Yok. Olamaz da zaten. Yasaklarla sendikal hareketin gelişimi ikiz kardeş gibidir. Sendikacılık, mevcut yasaları çiğnemeden, kendi hukukunu yaratmadan var olamaz. Batı’da da öyle olmuştur.
Peki, Türkiye’de sendikacılar, mevcut sisteme karşı bir mücadele veriyorlar mı?
Hayır vermiyorlar.
Neden? Bu sistemden çıkarları ne?
Düşünün, siz bir işçisiniz. Sendikaya yönetici seçildiğiniz anda işyerindeki tulumunuzu çıkarıyorsunuz, devasa bir makam odasına geliyorsunuz. Artık emrediyorsunuz. Az ya da çok bir iktidarla tanışıyorsunuz. Özel arabanız, özel şoförünüz var. Tüzükteki gelirlerle yetinseniz, -sendikacı deyimiyle- hiç tırtıklamasanız dahi dünyanız değişiyor. Siz artık sorun çözen bir insansınız, “alo” deyince bakanla muhataptasınız.
Bir nevi patron oluyorsunuz...
O koltuk o kadar cazip ki, dört elle sarılıyorsunuz. Sendikacı davranışını güdüleyen temel etkiye ben, “koltuk korkusu” diyorum. O koltuğu sendikacının elinden alabilecek iki güç var, biri hükümet, biri taban. Tabanın, “Adam gibi sendikacı olmazsan altındaki koltuğu alırım” diyebileceği mekanizmaları tıkamışsanız, koltuğu tehdit edebilecek tek güç hükümettir. Koltuk korkusuyla, hükümet korkusunu topladığınızda da ortaya dansöz sendikacı çıkar. Söylemi işçi lehine, demokrat ama gerçekte işçi lehine davranabilecek iktidarı kendinde görmeyen sendikacı tipi çıkar. İşte “makbul sendikacı” budur. Bu sendikacıları en güzel ifade eden tip “vukuatsız kabadayı”dır.
Nasıl bir tip o?
Söylemlerinde hükümeti, işvereni tehdit eder, emeğin kutsallığına vurgu yapar, geçmişte yaptıkları büyük direnişlere övgü düzer, ama ortada bir iş, bir vukuat yoktur. Hayatı dönüştürecek bir güç yoktur. Bir de bunlardan kötüsü var: sarı sendikalar. Sarı sendika, açık şekilde işveren ya da hükümet güdümünde bir başka sendikayı tasfiye için, var edilmiş sendikalardır.
Makbul, sarı, gerçek... Her birinin toplamda payı nedir?
Sarı sendika azdır. Ama makbul sendikalar ana gövdenin tamamını oluşturur. Sendika gibi sendikaların sayısı ise bir elin parmağını geçmez. Türk-İş, DİSK, Hak-İş, hepsinde de tablo aynıdır. Ve Koltuğu tehlikede olan sendikacı ideolojisinden, inancından bağımsız aynı tepkiyi verir.
Sendika gibi olmayan sendikalarda, işçiyle nasıl bir ilişki vardır?
Öyle işyerleri var ki, orada sendika, personel müdürü gibi çalışıyor. İşçi işe alınırken önce sendika denetiminden geçiyor. İşçiye şu hissettiriliyor, “Bu ekmeği sendikacının da oluruyla yiyorsun. Ona tabisin.”
Sendika yöneticilerinin maaşı ne kadar?
Küçük sendikalarda çok fazla değil, işçinin aldığı ücretin tahminen iki katı. Ama büyük sendika derseniz, maazallah... 20 bin lira kök maaş alıp bunun yanında, ikramiyesi, yollukları olanlar olduğunu duyuyorum. Bir de risk tazminatı var. Sendikacı, sendikacılık yapması nedeniyle üstlenmiş olduğu riski paraya çevirir. Her genel kurulda bu riskin karşılığında toplu bir para alır. Bir tür kıdem tazminatı.
Bu rakamlar açıklanmıyor mu?
Açıklanıyor. Genel kurulda bütçe oylanıyor zaten. Sorun bu oligarşik yapıya “O parayı vermiyorum” diyebilecek bir delege yapısının çıkmaması. Asker delegelerle, genel kurallar oluşturuluyor. Sendika içi demokrasi işlemiyor.
Asker delege derken neyi kastediyorsunuz?
Yönetimler delege seçimlerini yaparken, kendilerine koşulsuz oy verebilecek yandaşlarını cımbızla seçerler. Sendikacılar sıradan insanlar değildir. Sınıfın süzülüp gelmiş en zekile ridirler. Hele de sendikada iç çekişme varsa, onların zekalarına kimse yetişemez. Birçoğu risk alarak gelmişlerdir. Gelirken de ödediklerinin yanında elde edebileceklerini görmüşlerdir. Dolayısıyla daha delege seçimi aşamasında herşey kontrol altına alınır.
Entelektüel bodyguardlar
Sendikalarda, yöneticilerin hısım akrabasını işe sokması gibi bir durum var mı?
- Sokmaması gibi bir durum var mı, diye sorun, daha anlamlı. Birkaç sendika hariç mutlaka bu tür ilişkiler vardır. Öyle girenler de sendikacılara entelektüel bodyguardlık yapar. Mesela dil bilen hukukçular yoktur. Varsa, bu söyleşiden sonra kendini gösterir biz de ILO sözleşmelerini işveren değil kendi hukukçularımızın çevirilerinden okuruz. Ya da AİHM’de Soma’daki dramı takır takır anlatacak dil yeterliliğine sahip, sendikada yetişmiş hukukçu benim bildiğim yok.
Muhalif delegenin başına gelenler...
Diyelim ki sendika yönetimine muhalif bir grup var. Seçimde delege adayı olmak istiyorlar. Neler gelebilir başlarına?
Yaşanmış bir örnekle anlatayım. Bir sendikanın Kocaeli şubesine bağlı işyerlerinde delege seçimi yapılacak. “Aday olmak isteyenler başvursun” diye ilan ediliyor. Bir grup delege, seçimden önce muhalefet hareketi başlatıyor. Ama ne ilginç tesadüf ki, seçimden iki ay önce işveren tarafından işten çıkarılıyor! Bakın işbirliği kendisini nasıl sırıtarak gösteriyor. Yasa diyor ki, “İşten çıkarılmış da olsalar, delege adayı olmaları bunun üzerinden bir yıl geçmediği sürece mümkün.”Ama şube bu kişilerin adaylık başvurusunu kabul etmiyor.
Yasayı dinlemiyor, öyle mi?
Öyle. İşçi, mahkemeye gidiyor, “Biz delege adayıyız, başvurumuz alınmıyor, gelin tesbit edin”diyor. Mahkeme heyeti gidince, şube 20 kişinin delege adaylığını kabul ediyor. Seçim işyerinde yapılacak. İşveren, işyerine almıyor işten atılmış işçiyi. Sendikanın gösterdiği yere gitmesi bile fiilen mümkün değil, giderse orada “dolaşan” birileri var. Bunlara rağmen bu 20 kişi delege seçiliyor. Sonra sendika genel merkezi, seçimlerle ilgili kendi aleyhine bir grup işçiye dava açtırıyor! Mahkeme de, “Evet seçimler böyle yapılmamalıydı” diyerek seçimi iptal ediyor. Bunun üzerine işçiler dava açıyor. Süreç başka hukuki hamlelelerle böyle bir buçuk yıl sürüyor. Yeni delege seçimleri yapılacağı zaman işçiler artık aday olamıyor. Çünkü işten çıkarılmalarının üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmiş.
Sonra?
İşçilerden biri basına konuşuyor: “Sendika kanuna ve tüzüğe aykırı seçim yaptı. Bağlı olduğu konfederasyon uyuyor mu?” diye. Bu sözleri için işçinin aleyhine, sendika 100 bin liralık manevi tazminat davası açıyor. Düşünün, işten atılmışsınız, seçimlerden bertaraf edilmişsiniz, hayatınızı idame ettirmek için küçücük bir büfe açmışsınız, 100 bin liralık davayla karşılaşıyorsunuz birden. Sizi savunacak avukat bulup bulmayacağınız bile belli değil. Siz bu işçinin yerinde olsanız bir daha bu mekanizmaya çomak sokmaya cesaret eder misiniz? Mekanizma, bu arada öbür işçilere de mesaj veriyor: Bana karşı çıkarsan, hareket alanın sıfır.
Devlet, istediği anda ipini çeker
Sendikacı koltuğu korumak için siyasetlene tür ilişkilere giriyor?
Bu yapıyı yaratan en önemli sistem devlet zaten. Devlet, istediği sendikacıya her türlü desteği veriyor. Örneğin yargıya müdahale ediyor. A ya da b sendikacı lehine ricacı oluyor. Genel kurulun iptali davalarında, iki çarpı iki dört etmiyor. Dönemin Çalışma Bakanı Yaşar Okuyan Kocaeli’nde yaptığı bir konuşmada, şube başkanlarına dedi ki, “Sizin bana söylediklerinizi genel merkez yöneticileriniz söyleyemez. İstesem hepsinin ipini çekerim.” Devlet sendikaların bilumum açığını biliyor. Türkiye, Enver Toçoğlu örneğini yaşadı. Toçoğlu Demiryol-İş’in genel başkanıydı, “iyiydi kötüydü” demiyorum. Devrin Türk-İş başkanı ve siyasal iktidarla ters düştü ve bir yakınının cenazesine çiçek gönderdiği için bir daha seçilemeyecek şekilde yöneticiliği sona erdirildi. Yargı sistemi tıkır tıkır işledi. Demek ki, istediği zaman o koltuğu elinden alacak hukuki gerekçe ve mekanizmaya sahip bir iktidar var. O iktidarı tümüyle karşısına alıp, sendika içi mücadeleye girip kazanan sendikacı çok çok azdır. 40 yıldır sendikalarda yönetimlerin kendi içinde bölünmeden olağan seçim sürecinde değiştirilmesi neredeyse hiç görülmemiştir.
Yasaya uymak öldürür
-Sizce bu sendikal yapı nasıl aşılabilir?
-Sanayileşmemizin gelişmesine bağlı olarak kırılacak. Bunlar, dünyanın her yerinde, bizim yaşadığımız süreçleri yaşayan işçilerin yaşadığı sorunlar. Bir işçi liderinin çok hoş bir sözü var: “Yasalara uymak bizi öldürüyor.” Öyle bir noktadır ki bu, tam kırılma noktası. Artık yasaya uymakla uymamak arasında, o işçinin yaşamı açısından hiçbir fark kalamamıştır. İşte orada birileri der ki sendikaya ¨Çık git kardeşim,” yasaya da der ki ¨ Git işine, ben haklıyım.¨ Meşru mücadelede bu yasalar yeniden yazılacaktır o zaman yeni bir sendikal yapı, anlayış, yasal sistem çıkar.
KİMDİR?
Dr. Murat Özveri, 25 yıldır sendikal alanda çalışan bir iş hukukçusu. Doktorasını sendikasızlaştırma üzerine yapan Özveri’nin sosyal güvenlik, özelleştirme, iş mevzuatı gibi konularda sekiz kitabı var. 2004 yılından beri hakemli bir dergi olan Çalışma Ve Hukuk’un yayın yönetmeni olan Özveri hukuk müşavirliğini yürüttüğü, Türk-İş’e bağlı Selüloz-İş sendikasına da dava açmış bir avukat.
TUĞBA TEKEREK
twitter: @tugbatekerek
BU ARŞİV AYDIN KARAASLAN’A  AİTTİR.

23 Aralık 2016 Cuma

Rapor Parası- Geçici İş Göremezlik Ödeneği Nedir?


Rapor Parası- Geçici İş Göremezlik Ödeneği Nedir?


5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununda 3 çeşit geçici iş göremezlik ödeneği mevcuttur.
1- Sigortalı olarak bir işyerinde çalışmakta olan kişi işyerinde bir kaza geçirmiş ise veya işiyle alakalı olarak meslek hastalığından ötürü rapor almış ise SGK rapor parası alma hakkına sahiptir.
2- Hastalık veya herhangi bir rahatsızlığından dolayı rapor alınmış ise, çalışanın rapor tarihinden önce 90 (doksan gün) ssk primi ödemiş olması şartı ile rapor parası alma hakkına sahiptir.
3- Kadın sigortalılar doğum yapması durumunda doğumdan önce 8 ve doğumdan sonra da 8 hafta olmak üzere doğum parası, rapor parası alma hakkına sahiptir. Çoğul hamileliklerde süre, doğumdan önce 10 hafta olmaktadır. Doğum yapan kadının rapor parası almasında da yine 90 günlük prim şartı aranmaktadır.

Şartları Nelerdir?


a) İş kazası, meslek hastalığı, hastalık veya analık hallerinden biri nedeniyle geçici iş göremezliğe uğranılması gereklidir.
b) Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından yetki verilmiş hekim ve sağlık kurullarından sağlık raporu alınması gerekmektedir.
c) Köy veya mahalle muhtarları ile hizmet akdine bağlı olmaksızın kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlara geçici iş göremezlik ödeneği ödenebilmesi için prim borçlarının olmaması ve yatarak tedavi görmeleri nedeniyle geçici iş göremezliğe uğramaları gerekmektedir. Ancak bu kişilere doğum öncesi ve sonrası süreler için yapılacak ödemeler sırasında yatarak tedavi görme şartı aranmamaktadır.
d) Hizmet akdiyle çalıştırılan sigortalılar yani 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı bulunanlar ile 5510 sayılı Kanunun 5 inci maddesine göre haklarında bazı sigorta kolları uygulanabilen sigortalıların hastalık nedeniyle geçici iş göremezlik ödeneği alabilmeleri için iş göremezliğin başladığı tarihten önceki bir yıl içinde en az doksan gün kısa vadeli sigorta primi bildirilmiş olması gerekmektedir.
e) 5510 sayılı Kanunun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı bulunanlar ile Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde belirtilen muhtarlar ve aynı bentte yer alan ticarî kazanç veya serbest meslek kazancı nedeniyle gerçek veya basit usulde gelir vergisi mükellefi olanlar, gelir vergisinden muaf olup, esnaf ve sanatkâr siciline kayıtlı olanlar ve tarımsal faaliyette bulunanların analık nedeniyle geçici iş göremezlik ödeneğinden yararlanabilmeleri için doğumdan önceki bir yıl içinde en az doksan gün kısa vadeli sigorta primi bildirilmiş olması gerekmektedir.

Geçici İş Göremezlik Ödeneği Verilen Süreler

Sosyal Güvenlik Kurumu sigortalıya geçici iş göremezlik ödeneğini(rapor ödemesini) alınan raporun 3. gününden itibaren ödemeye başlar. Ancak ilk iki günlük raporun ücretinin işveren tarafından ödeyeceğine dair Yasada düzenlenen bir kanun maddesi yoktur. 1 veya 2 gün rapor alanlara Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından rapor parası ödenmez.
Geçici İş Göremezlik Ödeneğinin istisnası ise iş kazası olması durumudur. iş kazası sebebiyle alınan raporlar için Sosyal Güvenlik Kurumu rapor alınan her günü öder. Ayrıca iş kazası geçirmiş bir kişinin sağlık aktivasyonunun yapılması için 30 gün prim  yatırma şartı aranmaz. Ayrıca iş kazası raporlarında geriye doğru 90 günün olup olmadığına da bakılmaz.

Geçici İş Göremezlik Ödeneğine Esas Tutulacak Günlük Kazancın Hesaplanması

İş kazası, meslek hastalığı, hastalık veya analık hallerinde verilecek Geçici İş Göremezlik Ödeneklerinin veya bağlanacak gelirlerin hesabına esas tutulacak günlük kazanç; İş kazasının veya doğumun olduğu tarihten, meslek hastalığı veya hastalık halinde  ise iş göremezliğin başladığı tarihten önceki on iki aydaki son üç ay içinde 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunun 80. Maddesine göre hesaplanacak prime esas kazançlar toplamının , bu kazançlara  esas prim ödeme gün sayısına bölünmesi suretiyle hesaplanır.
Son bir yıllık süreçte (on iki aylık dönemde) çalışmamış ve ücret almamış olan sigortalı, çalışmaya başladığı ay içinde iş kazası veya meslek hastalığı nedeni ile iş göremezliğe uğrarsa verilecek ödeneklerin veya bağlanacak gelirlerin hesabına esas günlük kazanç; sigortalının çalışmaya başladığı tarihle iş göremezliğin başladığı tarih arasındaki sürede elde ettiği prime esas günlük kazanç toplamının çalıştığı gün sayısına  bölünmesi suretiyle bulunur. Sigortalının çalışmaya başladığı gün iş kazasına uğraması halinde ise aynı veya emsal işte çalışan benzeri bir sigortalının günlük kazancı esas alınarak günlük kazanç tutarı belirlenir.
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunun 4/1-a kapsamında (eski ssklılar) sigortalı sayılanların ödenek veya gelire esas günlük kazançların hesabında:
a- Prim, ikramiye ve bu nitelikteki arızi ödemeler dikkate alınmış ise , ödenek ve gelire esas alınacak günlük kazanç ücret toplamının ücret alınan gün sayısına bölünmesi ile hesaplanacak günlük kazancı, %50 oranında bir ekleme yapılarak bulunan tutardan çok olamaz.
b- İdare veya yargı mercilerince verilen karar gereğince yapılan ücret, ikramiye, zam, tazminat vb. ödemelerden ödenek ve gelirin hesabına esas alınan 3 aylık dönemden önceki aylara ilişkin olanlar dikkate alınmaz.
Meslek hastalığı sigortalının sigortalı olarak çalıştığı son işinden ayrıldığı tarihten bir yıl geçtikten sonra meydana gelmiş ise günlük kazancı son işinden ayrıldığı tarih esas alınarak hesaplanır.
ÖRNEK:  01.02.2012 tarihinde A işyerinde çalışmaya başlayan Cumhur Bey, 08.08.2012 tarihinde bir iş kazası geçirmiş ve iş kazasına bağlı olarak 08.08.2012 ila 31.08.2012 tarihleri arasında istirahatli kalarak 01.09.2012 tarihi itibari ile çalışabilir raporu almıştır. Cumhur Bey istirahatli kaldığı 24 günlük sürenin 12 gününü yatarak tedavi olmuş , 12 günü evinde dinlenerek geçirmiştir. Cumhur Beye kaza olayının meydana geldiği 08.08.2012 tarihinden önceki son 3 ayda yapılan ödemeler şu şekildedir. 2012/7. Ay 30 gün çalışma karşılığı 900.00 TL ücret  600.00 TL prim , 2012/6. Ay 30 gün çalışma karşılığı 900.00 TL ücret  650 TL prim ve 2012/5. Ay 30 gün çalışma karşılığı 900.00 TL ücret 550.00 TL prim , bu durumda Cumhur Beyin geçici iş göremezlik ödeneğine esas günlük kazancı kaç lira olarak hesaplanacak ve Cumhur Beye kaç TL geçici iş göremezlik ödeneği ödenecektir?
Cumhur Bey kazadan önceki 3 ay içinde toplam 90 gün çalışmıştır. Primler hesaba katılmadığında Cumhur Bey 90 gün çalışması karşılığı 2.700,00 TL ücrete hak kazanmıştır. 2.700,00 TL toplam çalışma  gün sayısı olan 90’a  bölündüğünde günlük kazancı 30 TL olarak hesaplanacaktır. Cumhur Beyin son 3 ay içinde hak kazandığı ücret ve prim tutarı ise 4.500,00 TL olarak hesaplanacaktır. 4.500.00 TL toplam çalışma gün sayısı olan 90 a bölündüğünde ise bu sefer Cumhur Beyin günlük kazancı 50.00TL olarak hesaplanacaktır. Yasada yer alan hükme göre günlük kazancın hesabında prim ve ikramiye şeklindeki ödemelerin varlığı halinde %50 oranında bir artırıma gidilebilmektedir. Bu anlamda prim dışı günlük kazanç 30 TL olduğundan sigortalıya en fazla 45.00 TL üzerinden geçici iş göremezlik ödeneği ödenebilecektir. Dolaysıyla Cumhur Bey için ücret ve prim ödemeleri dahil edilerek bulunan 50.00TL üzerinden değil 45.00TL üzerinden geçici iş göremezlik ödeneği ödenecektir.
İş kazası durumunda sigortalılara istirahatli kaldıkları her gün için Geçici İş Göremezlik Ödeneği ödenmesi gerektiği, geçici iş göremezlik ödeneğinin yatarak tedavilerde günlük kazancın yarısı tutarında ayakta tedavilerde 2/3 oranında ödeneceği göz önünde bulundurulduğunda; Cumhur Bey istirahatli olduğu 24 gün için Geçici İş Göremezlik Ödeneği almaya hak kazanacak , bu 24 günün 12 günü için günlük kazancı olan 45.00 TL nin yarısı tutarında ,12 gün için ise 2/3 ü tutarında geçici iş göremezlik ödeneğine hak kazanacaktır. Bu durumda Cumhur Beyin 24 günlük istirahati için alabileceği geçici iş göremezlik ödeneği (12×45.00/2=270.00 TL)+(12x45x2/3=360.00 TL) 630.00 TL olarak hesaplanacaktır.

SONUÇ

Halk arasında rapor parası olarak bilinen geçici iş göremezlik ücreti sigortalı olarak bir işyerinde çalışmakta olan kişinin işyerinde bir kaza geçirmesi  veya işiyle alakalı olarak meslek hastalığından ötürü rapor almış olması veya herhangi bir rahatsızlığından dolayı rapor almasıyla, çalışanın rapor tarihinden önce 90 (doksan gün) prim ödemiş olması şartı ile rapor parası alma hakkına sahiptir.
Kadın sigortalılar doğum yapması durumunda doğumdan önce 8 ve doğumdan sonra da 8 hafta olmak üzere doğum parası, rapor parası alma hakkına sahiptir. Çoğul hamileliklerde süre, doğumdan önce 10 hafta olmaktadır. Doğum yapan kadının rapor parası almasında da yine 90 günlük prim şartı aranmaktadır.
Sosyal Güvenlik Kurumu sigortalıya geçici iş göremezlik ödeneğini(rapor parasını) alınan raporun 3. gününden itibaren ödemeye başlar. Ancak ilk iki günlük raporun ücretinin işveren tarafından ödeyeceğine dair Yasada düzenlenen bir kanun maddesi yoktur. 1 veya 2 gün rapor alanlara Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından rapor parası ödenmez. iş kazası sebebiyle alınan raporlar için Sosyal Güvenlik Kurumu rapor alınan her günü öder. Ayrıca iş kazası raporlarında geriye doğru 90 günün olup olmadığına da bakılmaz.
Geçici İş Göremezlik Ödeneklerinin veya bağlanacak gelirlerin hesabına esas tutulacak günlük kazanç; İş kazasının veya doğumun olduğu tarihten, meslek hastalığı veya hastalık halinde  ise iş göremezliğin başladığı tarihten önceki on iki aydaki son üç ay içinde 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunun 80. Maddesine göre hesaplanacak prime esas kazançlar toplamının bu kazançlara  esas prim ödeme gün sayısına bölünmesi suretiyle hesaplanır.
Sigortalılara istirahatli kaldıkları her gün için Geçici İş Göremezlik Ödeneği ödenmesi gerektiği, geçici iş göremezlik ödeneğinin yatarak tedavilerde günlük kazancın yarısı tutarında, Ayakta tedavilerde ise günlük kazancın 2/3 ‘ ü tutarında ödenek verilmektedir. Bu ücretler SGK tarafından hak sahiplerine daha öncesinden PTT aracılığıyla ödenirken 09.07.2012 tarihinden itibaren artık Ziraat Bankasının herhangi bir şubesinden ödenmektedir.
Feti SAVRAN
Sosyal Güvenlik Denetmeni

22 Aralık 2016 Perşembe

AÇLIK VE ZEKAT

Açlık nedir?

Açlık sınırı dört kişilik bir ailenin asgari mutfak giderlerini sağlaması için gereken harcama miktarını gösteriyor. Açlık sınırı çalışan, eşi, (0-6) ve (6-15) yaş gruplarından iki çocuğun Dünya Sağlık Örgütünün belirlediği asgari kalori miktarı dikkate alınarak tespit ediliyor. Buna göre çalışan, eşi ve (6-15) yaş grubundaki çocuğuna günde 2800’er kalori gerekiyor. (0-6) yaş grubundaki çocuğun ise sağlıklı bir yaşam için  2400 kalori alması şart. Bu kaloriyi alabilmek için neler yemesi gerekiyor ve bu günkü şartlarda bu  kaç liraya  satın alınabiliyorsa işte buna açlık sınırı deniliyor.

2016 Aralıkta 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı bin 385 lira

Yoksuluk Nedir?


Yoksulluk veya fakirlik, günlük temel ihtiyaçların tamamını veya büyük bir kısmını karşılayacak yeterli gelire sahip olmama durumudur. Özellikle, yiyecek, içecek, barınma, giyim-kuşma gibi temel ihtiyaçlara zor erişmek veya erişememek yoksulluk olarak tanımlanabilmektedir

Yoksulluk sınırı 4 bin 512 lira olarak hesaplandı

TÜİK ve resmi kurumlar, gerek asgari ücretin hesaplanmasında gerekse açlık ve yoksulluk sınırlarının belirlenmesinde, dört kişilik aileyi değil tek başına çalışan bir kişiyi ve haneye giren aylık gelirin, asgari ücretin üçte birinden az olanları (316 TL) yoksul olarak kabul ediyorlar.
TÜRK-İşin hesaplamasının esas alınması durumunda Türkiye nüfusunun yarısına yakınının yoksulluk sınırında olduğu gözlenirken, TÜİK’in hesaplama yöntemiyle bu oran son olarak yüzde 22,4 olarak açıklandı

Anne-baba, üç ya da daha fazla sayıda çocuğun aileye bağımlı olarak birlikte yaşadığı hane halklarının yoksulluk oranı, yüzde 41,9'dan 49,6'ya yükseldi

Tek başına yaşayan 65 ve daha yukarı yaşta olan kişilerin yoksulluk oranı ise yüzde 15,1'den yüzde 17,9'a çıktı.

Zekat Nedir:

Kelime anlamıyla zekat; temizlik, artmak, bereketli olmak, iyi ve düzgün olmak manasına gelir.

Dini anlamıyla ise; nisap miktari zenginliye sahip olan Müslümanin Allah'in hakki olanlara verilmesini emrettiği belli miktarda mali vermesidir.Veren kimseyi cimrilik kirlerinden ve günahlardan temizlediği ve malında berekete vesile olduğu için, kelime manasi ile dini manasi arasında bir bağ vardır.

Örfde, mecburi olmayan küçük bağışlar için kullanılan sadaka kelimesi de, Kuran'da ve hadiste zekat manasında kullanılmıştır.

Zekatin Hükmü

Zekat, hicretin ikinci yılında, Ramazan orucundan sonra farz kilindi, İslam'ın beş şartından birisidir.Kur'an-i Kerim'de zekati emreden pek çok ayet vardi.

Zekat nisabı, 20 miskal yani 96 gr altın veya bu değerde para(12192 TL 3483 $) veya ticaret eşyasıdır. Zekat nisabına malik olana zengin denir. 
Oran bellidir yaklaşık olarak ortalama 1/40 yani yüzde 2,5 tir.

 Hane halklarının toplam milli gelirden aldığı paylar

Türkiye nüfusunun birinci % 20 15.600.000 kişi %6,1         kişi başı 2856 $ vereceği zekat tutarı 71.4 $.

Türkiye nüfusunun ikinci % 20 15.600.000 kişi %10,7         kişi başı 5047 $ vereceği zekat tutarı 126 $.

Türkiye nüfusunun üçüncü % 20 15.600.000 kişi %15,2      kişi başı  7116 $ vereceği zekat tutarı 178 $.

Türkiye nüfusunun dördüncü % 20 15.600.000 kişi %21,5  kişi başı  10066 $ vereceği zekat tutarı 261 $.

Türkiye nüfusunun beşinci % 20 15.600.000 kişi %46,5       kişi başı 21771 $ vereceği zekat tutarı 544 $.

Toplam gelirdeki en yüksek pay %49,7 (27 milyon 600 bin kişi) ile maaş ve ücret gelirlerine ait oldu

İşsiz sayısı temmuzda geçen yılın aynı dönemine göre 354 bin kişi artarak 3 milyon 324 bin kişi oldu.

Kamusal emekliliğin tasfiyesi ve bireysel emeklilik tuzağı

Dünya Bankasının emeklilik sistemlerine yönelik geliştirdiği stratejilerin dayandığı nokta, yaşlanan nüfusla sistemlerin sürdürülemez olduğu tespiti.






Sosyal güvenlik sistemleri sanayi devrimi sonrasında işçi sınıfının öncülüğünde yaygın olarak yürütülen sınıf mücadelelerinin en önemli ve en büyük kazanımlardan biri olarak ortaya çıktı. 19. yüzyılın son çeyreğinde Almanya’da ortaya çıkan ve işçi sınıfının en önemli kazanımı olarak görülen sosyal güvenlik sistemlerinden kısa bir süre sonra emeklilik sistemleri hayata geçmeye başladı. 1800’lü yılların sonunda gündeme gelen sosyal güvenlik uygulamaları ve onun önemli bir parçasını oluşturan emeklilik sistemleri ilk olarak sanayileşmiş Avrupa ülkelerinde uygulandı.
Dünyada emeklilik sistemlerinin 150 yıla yakın bir geçmişi olduğu görülür. Ancak özellikle 20. yüzyılın ilk yarısındaki sosyalizm deneyimi ve sonrasında yaşanan gelişmelerin de etkisiyle, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında emeklilik sistemlerinin kamusal niteliği ön plana çıkmış, Avrupa’nın sosyalizme yönelmesini önlemek adına geliştirdiği “Refah Devleti” modelinin etkisiyle nüfusun önemli bir bölümünü kapsamıştır.
Uzun bir süreçte yerleşen emeklilik sistemleri, ilk ortaya çıktığı andan itibaren çeşitli ülkelerde farklı şekillerde uygulanmış, refah devleti uygulamalarının krize girdiği 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren büyük ölçüde “piyasa ilişkileri dışında” olması nedeniyle eleştirilmiş ve sürekli tartışma konusu yapılmıştır.
DÜNYA BANKASI ÖNCÜLÜĞÜNDE TASFİYE
1990’ların başından günümüze kadar geçen süre içinde dünya genelinde gerek sosyal güvenlik sistemlerinin gerekse emeklilik sistemlerinin dönüşümünde Dünya Bankası’nın geliştirdiği stratejiler kilit role sahip oldu. Dünya Bankasının 1994 yılında yayımladığı “Yaşlılık Krizinin Önlenmesi” başlıklı rapor, dünya nüfusunun hızla yaşlanacağını tespit ederek, sosyal güvenlik ve emeklilik sistemlerinde buna uygun bir yeniden yapılanmanın hayata geçirilmesinin zorunlu olduğunu vurguluyordu.
1994 Dünya Bankası raporu, sosyal güvenlik sistemlerinin yeniden yapılandırılması konusunda üçlü bir yapıyı önerdi. Buna göre birinci aşamada, kamu kesimi tarafından sunulan, katılımın zorunlu tutulduğu dağıtım yöntemine göre finanse edilen kamusal emeklilik sistemi yer alıyordu. Birinci aşamanın önemi, yeniden dağıtıma odaklanması, bu şekilde bu alandaki özelleştirme uygulamalarının olumsuz sonuçlarını frenlemekti. İkinci aşama, özel sektör tarafından sunulan, katılımın zorunlu tutulduğu ve sermaye artırımı ile finanse edilen “mesleki emeklilik sistemi”ydi. Bu aşamada tasarruf düzeyinin arttırılması bunun sermaye piyasalarının gelişimine katkısı ön plana çıkarıldı. Üçüncü aşamada ise ikinci aşamanın aynısı bir sistem geliştirilmesi öngörülüyordu. Bu aşamanın tek farkı, katılımın isteğe bağlı tutulacak olan bireysel emeklilik fon sisteminin oluşturulmasıydı.
Dünya Bankasının özellikle emeklilik sistemlerine yönelik olarak geliştirdiği her stratejisinin dayandığı temel nokta, yaşlanan dünya nüfusu ile birlikte sistemlerin mali açıdan kesinlikle sürdürülemez olduğu tespiti oldu. Dünya Bankasına göre sosyal güvenlik sistemleri değişmezse yaşlanan nüfusun yükünü ülke ekonomileri kaldıramayacak ve sosyal güvenlik açıklarından kaynaklı büyük bir kriz yaşanacaktı.
Sosyal güvenlik sistemleri, fonlarının devlet tekelinde olduğu ve bu alanda yatırım yapan sigorta şirketleri açısından “haksız rekabet” yarattığı, bu nedenle devlet tekelinin kaldırılması gerektiği gerekçesiyle hedefe konuldu. Bu iddia en belirgin şekilde, 1995 yılında imzalanan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) ile gündeme getirildi. GATS ile içinde Türkiye’nin de olduğu, anlaşmaya imza atan hükümetler, kamu hizmetleri üzerindeki kamu tekeline son verip, halkın ve emekçilerin yararlandıkları tüm kamu hizmetlerini “serbest rekabete” açacaklarını taahhüt ettiler.
GATS anlaşmasına göre, diğer pek çok alanla birlikte, kamu hizmetleri içinde önemli bir yeri olan sosyal güvenlik sistemleri yeniden bölüşüm için kullanılmamalı, toplumsal değil bireysel sorumluluk esasına göre yapılandırılmalı, sosyal yardımlar tüm yoksulları hedef almalı ve sosyal riskler karşısında toplum tarafından asgari bir geçim düzeyini geçici olarak sağlamalıydı. Bunun yolu sosyal yardımın devlet tarafından karşılanması ve başta kamusal emeklilik sistemi olmak üzere, bunun dışında kalan sosyal güvenlik alanlarının büyük ölçüde özel sektöre devredilmesiydi.
EMEKLİLİK YAŞI YÜKSELDİ, AYLIK BAĞLAMA ORANI DÜŞTÜ

Sosyal güvenlik sistemlerinin dönüşmeye başlaması ile birlikte emeklilik sistemleri de kendi içinde dönüşüm yaşamaya başladı. Türkiye, söz konusu dönüşüm sürecinin dışında kalmadığı gibi, pilot uygulama yapılan ülkelerden birisi oldu.
Dünya Bankasının 1994 yılında “Yaşlılık Krizinin Önlenmesi” başlıklı raporu yayımlanana kadar Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminde herhangi bir “açık” söz konusu değilken, ilginçtir raporun yayımlandığı yıldan itibaren sosyal güvenlik sistemi açık vermeye başladı. Bunun üzerinde Dünya Bankası raporunda belirtilen gerekçeler üzerinden sosyal güvenlik sisteminin “yeniden yapılandırılması” tartışmaları ile birlikte ilk adımlar, 1990’lı yılların sonundan itibaren atılmaya başlandı.
KAMU SİSTEMİNİN ALTI OYULDU

Türkiye’deki emeklilik yaşının Avrupa ülkelerine göre çok düşük olduğu öne sürülerek, 1999 yılında emeklilik yaşı kadınlarda 58, erkeklerde 60’a, prim ödeme gün sayısı ise 5 binden 7 bine yükseltildi. Ancak bu düzenlemeler yeterli görülmemiş ve AKP’nin 2002 yılı sonunda iktidara gelmesi ile birlikte, emeklilik yaşı kadınlarda ve erkeklerde 65’e, prim ödeme gün sayısı ise 7 bin 200’e çıkarıldı ve sosyal güvenlik sistemlerinin piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürülmesinin temeli atıldı.
“Reform” olarak iddia edilen düzenleme sonrasında 1 Ekim 2008 öncesinde çalışanlara kademeli, 1 Ekim 2008 sonrası çalışanlara ise doğrudan olmak üzere, tüm emeklilere çalışırken aldıkları brüt maaşın sadece yüzde 50’sini ödeyen bir sosyal güvenlik sistemi oluşturuldu. Daha önce bu oranlar memur emeklilerinde yüzde 75, SSK ve Bağ-Kur emeklilerinde yüzde 65’ti.
Emeklilik yaşının kadınlarda ve erkeklerde 65’e çıkarılması ile yapılan değişikliklerin en önemli sonucu, kamusal emeklilik sisteminin adım adım tasfiye edilmesi olarak karşımıza çıktı. Bu düzenlemelerle birlikte, 56 yaşında “emekli olma” hayalini pazarlayan bireysel emeklilik sistemi bizzat devlet desteği ile oluşturularak, bu şekilde kamu emeklilik sisteminin altı oyulmaya başlandı. Bu aşamadan sonra fon yönetimine dayalı bireysel emeklilik sistemlerini yaygınlaştırmak AKP Hükümetinin en temel hedefi oldu.
BİREYSEL EMEKLİLİĞE GEÇİŞ ADIMLARI
Türkiye’de bireysel emeklilik ile ilgili düzenleme “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi” adıyla 2001 yılında yasalaşarak yürürlüğe girdi. 4632 sayılı Kanun’da getirilen Bireysel Emeklilik Sisteminin amacı, “Kamu sosyal güvenlik sisteminin tamamlayıcısı olarak, bireylerin emekliliğe yönelik tasarruflarının yatırıma yönlendirilmesi ile emeklilik döneminde ek bir gelir sağlanarak refah düzeylerinin yükseltilmesi, ekonomiye uzun vadeli kaynak yaratarak istihdamın arttırılması ve ekonomik kalkınmaya katkıda bulunulmasını sağlamak amacıyla gönüllü katılıma dayalı ve belirlenmiş katkı esasına göre oluşturulan bireysel emeklilik sisteminin düzenlenmesi ve denetlenmesi” şeklinde belirtildi.
AKP Hükümeti, yaptığı yasa değişikliği ile bireysel emeklilik sistemine katılanlara yüzde 25 devlet katkısı ve şirketlere yönelik çeşitli vergi kolaylıkları getirerek bireysel emeklilik sistemini her yönden destekleyeceğini ilan etti. Son olarak 64. Hükümet 2016 eylem planında 21 Aralık 2015-16 Haziran 2016 tarihleri arasında yapılacak yasal düzenlemeler ile “Bireysel emeklilik sisteminde ‘otomatik katılım sistemi’ pilot çalışma sonuçları esas alınarak yaygınlaştırılacak” ifadesine yer verildi. 2016 haziranından itibaren bireysel emeklilikte zorunlu katılım sistemine geçileceği açıklanarak, tüm ücretli emekçilerin kendi iradeleri dışında sisteme dahil edilerek, kamusal emekliliği tasfiye sürecinin son adımları için düğmeye basıldı.
Önceleri kamusal emekliliği tamamlayıcı olarak gündeme getirilen, ancak zaman içinde kamusal emeklilik sistemlerine karşı, bizzat devlet eliyle önemli bir alternatif haline getirilen bireysel emeklilik uygulaması, kamusal emeklilik sisteminin tasfiyesi ve tamamen piyasaya açılması açısından önemli bir adım olarak karşımıza çıkmaktadır.

SORUN KAMUSAL EMEKLİLİKTE DEĞİLDİR
Sosyal güvenlik sistemleri temelinde kuşaklar arası dayanışma ve toplumun yoksul kesimlerine yönelik bir kaynak aktarımını sağlar. Sosyal güvenlik kurumları, gelirin yeniden dağıtılması konusunda dolaylı etkiye sahiptir. Sosyal güvenlik sistemleri kapsamında olan bireyler ödedikleri primler ile gerek kuşaklar arasında gerekse bireyler arasında bir gelirin yeniden dağıtılmasına aracılık ederler ve bu şekilde sosyal güvenliğin dayanışmacı rolü işlevini yerine getirir. Kamusal emeklilik sisteminin tasfiye edilmesi durumunda hem gelirin kamu eliyle dağıtılması söz konusu olmayacak, hem de primlerle biriken devasa rakamlar, bireysel emeklilik şirketlerinin riskli yatırım alanlarında her an buharlaşma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır.
Sosyal güvenlik ve emeklilik sisteminde yapılmak istenen değişim, istihdam biçimlerinde yaşanan esnekleşme ve esnek çalışma ilişkilerinin yaygınlaşması ile birlikte değerlendirmek mümkündür. Ulusal İstihdam Stratejisi’nin parça parça hayata geçirilmesi ile birlikte, son yıllarda giderek yaygınlaşan esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma koşulları sosyal güvenlik kapsamındaki kişi sayısının olması gerekenin çok altında kalmasına ve hükümetin de sık sık propaganda malzemesi yaptığı aktif-pasif oranın (çalışan/emekli oranı) düşmesine neden oldu.
Dünyada ve Türkiye’de sosyal güvenlik sistemlerinin krize girmesinin nedeni “emeklilik yaş sınırları” ya da “ödenen prim gün sayısı”nın azlığı değildir. Çünkü mevcut sosyal güvenlik sistemleri; işçi ve emekçilerin asgari olarak düzenli bir işte sigortalı olarak (emeklilik ve sağlık sigortası), 25-30 yıl çalışarak emekli olmalarını, bu süre içinde sağlık sisteminde de her tür sağlık hizmetini parasız olarak almaları üstüne kurulmuştur. Bu sistem, bugüne kadar tüm eksikliklerine ve yetersizliklerine rağmen olumlu bir işlev görmüştür.
İşçi ve emekçilerin çıkarlarını gerçek anlamda koruyacak bir sosyal güvenlik ve kamusal emeklilik mekanizması, ancak rekabet ve kâr ilişkilerinden uzak, her türlü piyasa ilişkisinden bağımsız bir biçimde, insanların bugünlerini ve geleceklerini kamusal bir anlayışla güvenceye alacak bir sistem oluşturulabildiğinde anlamlı olacaktır.
Dr. Erkan AYDOĞANOĞLU
Eğitim Sen Eğitim Uzmanı. Çalışma Ekonomisi Doktoru.
(e-mail: erkanaydogan@gmail.com)



21 Aralık 2016 Çarşamba

Ayşe Teyze'yi, İşçi Mehmet'i üretim mi kurtaracak?

Ayşe Teyze'yi, İşçi Mehmet'i üretim mi kurtaracak?

En çok duyduğumuz...
En çok her derde deva gibi söylenen...
İki cümleden biri şu: Üretim lazım! Diğeri ise eğitim şart.
Yaz aylarında ekonominin uzun bir aradan sonra küçüldüğü açıklanınca... Üstüne üstlük işsiz sayısı da 420 bin kişi artınca... Yine duyduk: Üretim şart.
Gerekçe şöyle: Üretim iş demek, aş demek, gelir demek. Üretim olacak ki işsiz Mehmet iş bulsun. Eve ekmek götürsün. Eve gelir gelecek ki Ayşe teyze çıkıp alış veriş yapsın, tüketsin, ekonomiye can versin.
Bu tezleri okurken başka ekonomi haberleri geldi gündeme. İşte bir örnek: Avrupa’nın en büyük bankası HSBC İngiltere’deki 321 şubesini kapattı.
Banka yetkilileri sebebi şöyle açıkladı: İngiltere’de yetişkinlerin yüzde 56’sı internet üzerinden bankacılık işlemi yapıyor. Şube ziyaretleri yüzde 40 azaldı. Bankacılık işlemlerinin yüzde 93’ü telefon, internet bankacılığı, akıllı telefonlarla gerçekleştiriliyor. Nakit çekimlerinin yüzde 97’si de ATM’lerden yapılıyor.”
Başka bir haber: İnternet’ten satışlar patladı. Tüketiciler en çok 20.00 ile 23.00 arasında daha pahalı ve daha hızlı online alışveriş yapıyor.”
Saat tanımaksızın, gece gündüz tüketip, alış veriş yapıyormuşuz.
Bu haberler  bize bir şey anlatıyor.

OYSA HIZLI VE SÜREKLİ ÜRETİYORUZ

Üretim sorunu yok ortada. Sürekli üretiyoruz aslında. Lakin ürettikçe sıkıntı yaşıyoruz.
Bu meseleye dair işçi eğitim çalışmalarında anlattığımız bir örneği sizlerle paylaşalım.
30 işçinin çalıştığı bir bant düşünelim. Bu bant üstünde üretilen bir makine parçası için her işçinin beş hareket yaptığını var sayalım.
30 işçi 5 hareket yaptığına göre demek ki, bu makine parçasının banttaki işleminin tamamlanması için 150 hareket (30x5) gerekmekte.
Bir de patronun, “Üretimi şu kadar artırıyoruz, bu hedefi yakalayan ilk ekibe şu ödülü veriyoruz” diyerek… İşçilerden bir hareket daha yapmasını istediğini düşünelim.
İşçi; “Bir hareket fazla yapsam canım mı çıkar?” diye düşünür. Ve önüne gelen makine parçası üstünde beş değil altı işlem yapmaya başlar.
İşte işçi o zaman kaybeder. Her işçi 5 yerine 6 hareket yaptığında bant üstünde hareket eden makine parçası 25. işçinin önünden geçtiğinde, artık üstünde yapılacak bir işlem kalmamıştır. Çünkü makine parçasının yapımı için gerekli olan 150 hareket (25x6) tamamlanmıştır.
Sonuç 1: Beş işçiye iş kalmaz ve işçiler atılır.
Sonuç 2: İşçiler eskisine göre, beş yerine altı hareket yaparak; gün içinde, eskisine göre beşte bir daha fazla çalışmış olur.
Sonuç 3: İşçiler, daha fazla çalışmış olmalarına rağmen, belirli bir iş saati üstünden ücret aldıkları ve çalışma saatlerinde bir uzama olmadığı için ek bir ücret alamazlar.
Sonuç 4: Patron 5 işçiyi işten çıkardığı için beş işçinin ücretini daha cebine atarak gelirini altıda bir oranında daha artırmış olur.
“Bir hareket fazla yapsak ne olur”un karşılığı henüz bitmedi.  Çünkü; makine paçasının yapımı eskisine göre “altıda bir daha çabuk” olduğu için gün içinde banttan geçen “parça sayısı” da eskisine göre altıda bir daha fazla olur.
Yani, “ek bir hareketle” patron eskisinden altıda bir daha az işçiyle eskisine göre altıda bir daha çok mala sahip olur.
Teknolojiyi kullanış biçimi de bu sömürü tablosunu daha da derinleştiriyor.

ÜRETTİKÇE KUYUMUZU KAZIYORUZ

Üretim bantları hızlanıyor neden?
Mesailer uzuyor, molalar kısalıyor neden?
Hafta sonu tatili dahi kaldırılıyor neden?
Hepsi ama hepsi üretimi çoğaltmaya, emeği ucuzlatmaya dönük işler.
Üretim artıyor işçi sayısı azalıyor. Üretim artıyor fakat gelir azalıyor.
Son 40 yılın, yani neoliberalizm döneminin gelir tabloları diyor ki... Bırakalım daha küçük ekonomileri! ABD başta olmak üzere tüm merkez kapitalist ülkelerde... Ücretler, emek verimliliği kadar artmıyor. Batı kapitalizminde sömürüyü artıran bu tablo emekçilerin aldığı payın sürekli düştüğünü, işsiz sayısını artırdığını gösteriyor.
Şu tez koca bir yalana dönüşüyor: Üretelim ki fabrikalar artsın. Fabrikalar artsın ki işsiz sayısı azalsın. İşsiz sayısı azalsın ki, patronlar işçileri dışarıdaki işsizler ordusuyla korkutamasın. Korkutamasın ki sefalet ücreti dayatamasın. Dayatamasın ki ücretler artsın.
Böyle olmuyor işte! Tam tersi, hızlı ve yoğun ürettikçe kuyumuzu kazıyoruz. İşçi kardeşlerimizi işsizliğe, çalışanları da düşük ücrete mahkum ediyoruz.

BEDELİ AĞIR

Hızlı ve yoğun üretim artıkça...
İş, az kişiye çok ürettirmekten, vatandaşı da üretimin parçası haline getiren bir sürece dönüşüyor. İKEA markasını düşünün. Firma diyor ki “... Aldığınız malzemenin parçalarını siz evde birleştirirseniz ürünü daha ucuza mal edersiniz.” İşi bize yıkarak, kendini montaj işçilik maliyetinden kurtarıyor.
Bankalar işlemleri üzerimize yıktıkça çalışanlarını kapı dışarı ediyor. İş yoğunluğu artan bizler banka işlerini de kendimiz yapmak zorunda bırakılıyoruz.
Kolaylık gibi gözüken internet siparişi, 24 saat üretilen, 24 saat ürünlerin dolaşımını sağlayan, 24 saat tüketim yapılabilen bir piyasa yaratıyor. İşte bu haftanın her günü her saat anlayışıyla oluşturulan bu piyasa durmaksızın çalışmayı ve üretimi pompalıyor. Bu yoğun üretimi az işçiye yaptırıyor. Bunun bir sonucu olarak da meslek hastalıklarını, iş kazaları sonucu sakatlıkları ve ölümü çoğaltıyor.
Daimi harcama ve sonsuz müsriflikle kendisini ayakta tutan bu işleyiş, aynı zamanda, doğayı ve ekolojik bütünlüğü de bozuyor.
Üretimin bedeli çok ağır oluyor.

BÜROKRATİK SENDİKACILIK BUNU DESTEKLİYOR

Hızlı ve yoğun üretimlerin işçilere (Aynı zamanda hepimize) kaybettirdiği çok açık. Sendikalar işçinin canını alacak bu sistemle uzlaşıyor.
Gazetelerden birkaç örnek: SIO Otomotiv, Trakya’da kurulu. Asgari ücret 1300 liraya çıkarılınca yönetimin yaptığı ilk iş üretimi hızlandırmak olmuş. İşçiler şimdi 7 saniye daha hızlı üretiyor.
İşyerindeki örgütlü sendika, ‘perişan oluyoruz’ diyen işçiye kulak vermek, üretimin hızlanmasının sakıncalarını anlatmak yerine haberin duyulmasını engellemeye çalışıyor.
Diğer örnek haber: “Paketleme bölümünde her bir ürünün 17 saniyede çıktığı BSH’de işçiler, robotlarla yarıştırılıyor.”
İşçiler haliyle sakatlanıyor. Sendika ne yapıyor dersiniz. İşçiye “sakın bunları kimseye anlatmayın yoksa patron sizi tedavi ettirmez” tehdidi savuruyor.

ÜRETİM ÜRETİM DİYE TUTTURMAK YERİNE

Yoğun, hızlı, verimli (az işçiyle çok üretim) işçilerinin gelirini azaltırken en tepedekilerin gelirini artırıyor. Haliyle alttakilerle (emekçilerle, üstekilerin (sermayedarların) arasındaki uçurumu büyütüyor.
5 yıl önce en zengin 400 kişinin geliri dünya nüfusunun yarısının gelirine eşitti. Şimdi 62 kişinin. Uçurum büyüdükçe yaşamın çelişkileri derinleşiyor. Örneğin 12 milyar insana yetecek gıda üretiliyor, dünya nüfusu 7 milyar. Buna rağmen açların sayısı artıyor.
İşin özü sorun üretim değil, üretim biçimi. “Üretim üretim” deyip tutturmak yerine üretim biçimini tartışsak.
“Bu kadar yoğun üretimi daha çok işçiyle insani koşullarda yapmanın önündeki engel nedir?” diye sorsak. 12 saat mesaiye kalmak yerine 6 saat bir grup işçinin, 6 saat başka bir grup  işçinin çalışmasının önündeki engel nedir?”e cevap arasak. Üretimin artması işçi sayısını neden azaltıyor, neden işçinin gelirini düşüyor” diye kafa yorsak.
İşçi Mehmet’in de, Ayşe teyzenin de kurtuluşu burada

25 Kasım 2016 Cuma

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’nün Tarihi

25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak belirlendi?


1930 yılında Dominik Cumhuriyeti’nde askeri darbe yapan Rafael Trujillo, ülkeyi tam 31 yıl boyunca 

diktatörlükle yönetti



mirabel-8

Bu süre boyunca ona karşı gelenler arasında mücadeleleriyle hafızalara kazınan 3 isim vardı; Patria, Minerva ve Maria Mirabel 3 cesur kız kardeş ülkedeki haksızlıklara ve baskıya karşı 1960 yılının Haziran ayında Clandestina Hareketi’ni başlattılar ve isyana öncülük ettiler Bu başkaldırı hareketi tüm ülkeye yayıldı ve hükümet için tehdit oluşturmaya başladı Diktatör Rafeal Trujillo ve yandaşları ise bu olaya kayıtsız kalmadı ve 3 kız kardeş birçok kez şiddete ve baskıya maruz kaldı Eşlerinin de destek olduğu kardeşler baskılara hiçbir zaman boyun eğmediler ancak Trujillo yönetimi tarafından birçok kez hapse atıldılar, ayrıca tüm mülklerine el konuldu Diktatör Rafael, yaptığı bir halk konuşmasında “Ülkenin en büyük iki sorunu kilise ve Mirabel kardeşlerdir.” diyerek Mirabel kardeşleri hedef gösterdi ve halkı galeyana getirdi Vatan haini ilan edilen kardeşler açık bir hedef haline getirilmişti ve gün geçtikçe baskılar artıyordu Rafael’in konuşmasından sadece 23 gün sonra 25 Kasım 1960’da 3 kız kardeş, kocalarını hapishanede ziyaret ettikten sonra dönüş yolunda saldırıya uğradılar Rafeal’in yandaşları tarafından arabadan indirilen kız kardeşlere önce tecavüz ettiler daha sonra da sopalarla döverek öldürdüler Diktatör yandaşları Mirabel kardeşleri öldürmekle kalmayıp uçurumda aşağı attı, bu vahşet medyaya sadece araba kazası olarak yansıdı Bu olayın üzerine her ne kadar Diktatör Rafeal isyanı bastıracağını düşünsene de halk daha çok ayaklandı ve isyan büyüdü Mirabel kardeşlerin ölümünden 6 ay sonra Rafeal Trujillo bir suikast sonucu hayatını kaybetti ve yaklaşık 2 yıl sonra Dominik Cumhuriyeti’nde demokratik bir seçimle hükümet seçildi Kardeşlerden birinin lakabının “kelebek” olması sebebiyle yazar Julia Alvarez “Kelebekler Zamanı” adlı kitabında Mirabel Kardeşlerin hayatını ve mücadelesini anlattı, daha sonra bu kitap bir filme uyarlandı 1981’de toplanan Latin Amerika Kadın Kurultayı 25 Kasım’ı Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü olarak ilan etti.1999 yılında ise Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü” olarak kabul edildi .

“Belki de bize en yakın şey ölüm; fakat bu beni korkutmuyor, haklı olan her şey için savaşmaya devam edeceğiz” – (Maria Teresa Mirabel/1936) 

“Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı; kollarını kavuşturup oturmak ise çok üzücü.” –(Minerva Argentina Mirabel/1926) 

“Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım; gerekirse hayatımı da” – (Patria Mercedes Mirabel/1924)

Tarımda Gübreleme

GÜBRE NEDİR? İçerisinde bir veya birkaç bitki besin maddesini bir arada bulunduran maddelere gübre denir. Gübreler yapılarına göre ticari gü...

Son 30 günde En çok görüntülenen