9 Haziran 2015 Salı

Metal direnişinde Das Kapital’i okumak-1

Patronlar her şeye yanaştı bir tek ona yanaşmadı.
Neydi o?
Saat ücretlerinin artırılması.
Bursa’dan başlayıp başka illere yayılan metal direnişinde tanık olduk ki... Patronlar saat ücretlerinin artırılması konusunda adeta, Nuh deyip peygamber demediler!
“Direnişin verdiği bir günlük zarar 175 milyon TL’dir” dediler... “Saat ücretlerine zam yapalım da bitsin bu iş” asla demediler.
Direniş bir haftayı geride bıraktığında... “Zarar 1 milyar lirayı geçmiş durumda” açıklamasını yaptılar. Ama saat ücretlerinin artışı konusunda anlaşmayacaklarını da kararlılıkla dile getirdiler.
Direniş sürdükçe patronlar işçiye her gün daha cazip bir teklifle geldiler... Lakin saat ücretleri konusunda en fazla, “Hele bir üretime başlayın bir ay sonra bakarız” oyalaması tutumunu benimsediler.
Neydi acaba?
Binlerce işçiye 1000’er lira ikramiye dağıtmayı kabul edip, saat ücretine 1 lira dahi zam yaptırmayan şey...
Günlük 175 milyon liralık zararı göze aldırıp saat ücretlerine 175 kuruşluk zam yapmaya yanaştırmayan şey...
Cevaplar, nicedir unutturulmaya çalışılan yasalarda saklı. Kapitalizmin yasalarında.
KAPİTALİZMİN YASALARI
İçinde bulunduğumuz sistemin adı Kapitalizm.
Suyun 100 derecede kaynaması...
Bir üçgenin iç açılarının toplamı 180 derece olması gibi...
Kapitalizmin de yasaları vardır.
Bir şeyin yasa olabilmesi için iki kural var. Bir, düzenli tekrarlayacak. İki, ortaya çıktığı her durumda geçerli olacak.
Fen bilimlerinde yasaları bulup çıkarmak kolay da...  Sosyal bilimlerde ise iş hiç de kolay değil.
Bu zahmetli işi Karl Marx yapmış, hem de 150 yıl önce.
Kapitalizmin yasalarını, genetiğini çıkarmış... Tüm bunları Das Kapital adlı kitapta toplayıp insanlığın hizmetine sunmuş.
Marx’ta kapitalizmin biricik yasası, sermaye birikim yasasıdır. Bu yasanın temeli de artı değerdir.
KÜÇÜK BİR HESAPLA ARTI DEĞER

Artı değeri otomobil üretiminden anlatalım.
Renault’ta 1600 işçi, 57 saniyede, 1 araç (anahtar teslim) üretiyor.
1 saate 63 araç.
Bir otomobil üretimi için olmazsa olmaz çelik, cam, kauçuk, alüminyum, plastik gibi malzemeler...
Motor, vites, koltuklar ve klima gibi parçalar...
Elektrik tüketimi...
Makinelerin, binaların yıpranma payı...
Misal, hepsi olsun 15 bin lira.
63 araç için eder 945 bin lira.
Peki 63 arabayı üretmek için işçiye ne veriliyor?
İşçinin ortalama saat ücreti 8,1 lira olsa... 1600 işçiye bir saatte 13 bin lira (1600x8,1) ödeme yapılıyor.
Hadi bunu da maliyete ekleyelim. 945 bin liralık rakam olur 958 bin lira...
1 saatlik araba üretimin maliyeti bu.
Peki 1 saatlik araba üretimin değeri ne kadar?
(Biz burada durumu gösterebilmek için arabayı en ucuza elden çıkaralım ve diyelim ki bir araç 16 bin lira olsun.)
Bir saatte üretilen 63 araç, tanesi 16 bin liradan, toplamda 1 milyon 50 bin eder.
Aradaki fark 92 bin lira.
İşte bu fark artı değerdir
İşçi bir saatte patrona 92 bin liralık değer yaratıyor kendisi sadece 13 bin lira alıyor.
Makine, hammadde, bina, para... Hiç biri ama hiçbiri kendi kendine değer üretmiyor. Ona müdahale edip ondan değer yaratan işçinin kendisidir.
Bir sürü firmanın araç ürettiği bir ortamda rekabet edebilmenin kuralı, işçinin ürettiği değere abanmaktır.
Abanarak rekabet edebilmenin iki kuralı vardır. Bir, ücretleri düşük tutacaksın. İki, çok fazla ürettireceksin.  
Yukarıda farazi verdiğimiz örnekteki gibi... İşçi ücretleri hariç 15 bine ürettiğini 16 bine satıp, devasa kârlar elde edebilmek için, işçi ücretlerini düşük tutacaksın. Bir de işçiye çok ürettireceksin.
İşte Renault ikisini de yapıyor. İşçileri çişe bile göndermeyip 57 saniyede bir araba üretiyor, hem de saat ücretlerini düşük tutuyor. (Diğer otomotiv firmalarının da farkı yok).
Patronun, bazısı yalan olsa da, her şeyle uzlaşmaya açık olduğunu söylerken saat ücretlerini artırmaya neden yanaşmadığı çok açık değil mi?

METALDE SÖMÜRÜ BÜYÜK
İşçi hiçbir şey almadan bir ay çalışıyor. Kapitaliste büyük değer yaratıyor. Kapitalist bu değerin büyük bölümüne el koyuyor. İşçiye ise ürettiği değerin çok küçük bir kısmını ücret olarak ödüyor.
İşte bu el koymaya sömürü deniyor.
Metal sektöründe el koyma yüksek. İşçinin yarattığı değerden (yukarıda nasıl yarattığını özetledik) nakliye gideri, vergi ödemesi, reklam harcaması gibi giderler düşülünce geriye kalan, kâr olarak patronun cebine giriyor.
İlk 500 büyük firma içindeki metal sektörünün kârlarına bakınca... Kârların işçi maliyetini üçe katladığı görülüyor. Yani bir işçiye üç patronun cebine!
Mustafa Sönmez’in İSO verilerinden hazırladığı rakamlara göre... Örneğin 6 bin 400’e yakın ücretlinin çalıştığı Tofaş’ta, yıllık kâr 850 milyona ulaşıyor. Yani, Tofaş işçi başına 130 bin lira kâr elde ediyor.
Kişi başına yapılacak aylık 500 TL zammın yıllık tutarı 38 milyonu buluyor...
Firmanın 850 milyona ulaşan kârlarını sadece yüzde 4,5 azaltıyor.
Bir işçi başına elde edeceği kâr sadece 130 binlerden 125 binlere indiriyor.
Ama yapmıyor işte. Çünkü Türkiye’yi rekabet üssü haline getirebilmenin altın kuralı ucuz işçilik.
Bursa’daki direniş, artı değerin dışında, Das Kapital’in başka bölümlerini de okuttu bize. Onları da hatırlayalım ki...
Sadece sosyal ve demokratik talepleri politik olarak algılama... Kapitalizmin can damarına basan artı değer kavgasını ekonomik zannetme... Cehaletlerine kapılmayalım.
Das Kapital’le hafızaları tazeleyelim. Ama bunu yer darlığı nedeniyle, bir sonraki yazıya bırakalım.

AVRUPA’NIN KÖLE İŞÇİSİ
Türkiye ihracatının en büyük parçasını, 22 milyar dolarlık ihracatla, otomotiv oluşturuyor.
2014’te otomotiv üretimi 1 milyon 170 bin adetle rekoru kıl payıyla kaçırdı. Bu yıl 1 milyon 250 bin adetle tüm zamanların en yüksek rakamı bekleniyor.
Aynı şekilde ihracatın 925 bin adetle rekora ulaşması hedefleniyor.
Peki 3 büyük otomotiv şirketindeki üretim kesintisi hedefleri bozar mı?
Bozmaz çünkü, patronlar diyor ki... “Direniş boyunca üretimde meydana gelen kayıpları Ağustos’ta yapılan tatil dönemlerini azaltarak telafi edeceğiz. Nasıl olsa işçi saat ücretlerine zam yapmadık, böylece arabayı da aynı fiyattan satabiliriz.”
Otomotiv sektörü 2023 ihracat hedeflerini açıkladı. Hedef 75 milyarlık ihracat. (Ayrıntıları için bakınız Milliyet, otomotiv eki, 29 Mayıs Cuma).
Neye güveniliyor? Tabi ki Türkiye’nin patron için ucuz işçi cenneti olmasına.
Türkiye’deki otomotiv işçileri aynı işi yapan Avrupalı işçilerin beşte biri kadar ücret alıyor.
Batı Avrupa’nın otomotiv üretimi yapan çeşitli ülkelerinde, bir işçi yılda 55 ila 75 bin Avro arasında ücret alırken Türkiyeli işçi yalnızca 10 bin Avroya çalışıyor.
Üstelik robotlarla yarışıyor, hastalanma hakkı yok, sıkıştığında çişe gitmesi bile yasak.
İşçinin sosyal hayatı kalmadı. Kredi borçları tavan yaptı.
Yine de işçiye deniliyor ki... “Saat ücreti düşük kalacak”.
Kölesin sen köle kal! Öyle mi?

Bülent FALAKAOĞLU

Metal direnişinde Das Kapital’i okumak -2

Geçen hafta giriş yapmıştık.
Metal direnişinin, kapitalizmin yasalarını anlatan Das Kapital’i nasıl da sayfa sayfa önümüze serdiğine...
O yazıda sormuştuk: “Binlerce işçiye 1000’er lira ikramiye dağıtmayı kabul edip, saat ücretine 1 lira dahi zam yaptırmayan şey neydi?
Soru üzerinden artı değeri anlatmıştık.
Ve yine o yazıda şu tespiti paylaşmıştık: “Makine, ham madde, bina, para... Hiç biri ama hiçbiri kendi kendine değer üretmiyor. Ona müdahale edip ondan değer yaratan işçinin kendisidir.”
Buradan devam edelim!
Başka araçlar değer yaratamaz mı? Örneğin teknoloji...
Bilim ve teknolojideki devrim, işi tamamen robotlarla araba üretebilir noktaya getirmedi mi?
Otomotiv patronları neden tamamen işçisiz üretime geçmiyor da... Neden işçinin ağız kokusunu çekiyor?
ÖLÜ EMEK DEĞER YARATMAZ!
Das Kapital diyor ki...
Üretim araçları yani makine, teçhizat, ham madde ve ara mallar...
Bunlar yeni üretilen metaya hiçbir şey katmaz.
Bunların değeri değişmeden yeni metaya aktarılır. Olan sadece emek gücü eliyle biçim değiştirmeleridir.
Renault’dan anlatmaya devam edelim.
Çelik, cam, plastik, motor, vites, koltuk...
Kaç liraysa değeri, diyelim toplamı 8 bin lira olsun! Bu rakam yeni üretilen arabaya aynen 8 bin TL olarak (maliyet) aktarılır. Çeliğin, plastiğin şekli değişse de rakam değişmez!
Ya da üretimde kullanılan bir makineyi ele alalım. Bu makinenin ömrü misal olarak diyelim 100 bin araç üretecek kadar olsun.
Her araç üretiminde 100 binde biri yeni araca aktarılır. İkinci araçta bir daha aktarır. 100 bininci araç üretildiğinde o makine hurda olur.
Bu nedenle Das Kapital’de Marx, üretim araçlarına değişmeyen sermaye adını verir. Değişen sermaye emektir. Aldığı ücretin ötesinde değer yaratır.
Değişmeyen sermayeye, ‘ölü emek’ der Marx aynı zamanda.
Çelik, cam, plastik, motor, vites, koltuk... Parayla satın alınırlar. O para geçmişte işçiler tarafından üretilen artı değerin el konulmuş halidir.
Hani 8 bin lira demiştik ya o ölü emektir. Bir araya geldiklerinde yaratılan değerin yeni bölümü işçinin katkısıdır. Yani canlı emeğin katkısı...
TEKNOLOJİ SADECE SÖMÜRÜYÜ ARTIRIR

Peki bu teknoloji ne işe yarar?
Renault Bursa fabrikasından anlatmaya devam edelim.
Renault’da 2005 yılında saatte 41 araç üretiliyordu.
O zaman Renault, örneğin işçisine bir yılda 100 bin lira veriyorduysa, 100 bin lira da kâr elde ediyordu. Yani 1 işçiye veriyorduysa 1 de kâr elde ediyordu.
Sömürü oranı yüzde 100’dü yani...
Sonra patron teknolojiyi geliştirdi. 2005’te saatte 41 araç üretilen Renault’da rakam 63’e çıktı.
Kârların işçi maliyetini ikiye katlamaya başladı. 100 işçiye veriyorsa 200 cebe atmaya başladı. Sömürü oranı yüzde 200’e çıktı.
Teknoloji değer yaratmadı sadece aynı işçinin daha çok üretmesinin önünü açtı.
Sonra teknolojiyi değiştirmeden, adına ‘verimlilik’ denilen yöntemle sömürüyü artırdı Renault.
İki yıl önce bir UET’de (üretim birimi) 36 işçi çalışırken şimdi bu rakam 19.
İşçi sayısı düşerken üretilen araba sayısı düşmedi.
İşçinin ortalama saat ücreti 8.1 lira olsa... Eskiden bir saate 36 işçiye 292 lira (36x8.1) ödemesi gerekirken şimdi ödediği para sadece 153 lira (19x8.1).
Neredeyse yarı yarıya.
Aynı teknoloji ile aynı sayıda araç üretilmeye devam edildiğine göre sömürü neredeyse iki kat artmış demektir.
Şimdi patron 100 işçiye veriyorsa, 280 cebe indiriyor.
Teknoloji sayesinde değil bu kâr! Muazzam bir canlı emek sömürüsüyle...
TEKNOLOJİ VAR ÇİŞ YOK! 
İnsansız fabrika çalıştırmak burjuvazinin, kapitalistlerin işine gelmez. Çünkü o zaman üretim yapabilir, ama sömürü yapamaz. Çünkü sömürünün kaynağı; ne çok üretimdir, ne de ileri teknoloji ürünü makinelerin üretime sokulması. Tersine, dün de bugün de sömürünün tek kaynağı ‘canlı emek’tir.
Kapitalist, işçi atıp makineleştikçe sömürüyü artırıyor... Bu durum patron sanki makineleri sömürüyor da ondan kârı artıyor gibi görüntü oluşturuyor. Görüntü böyle olsa da, gerçek patronun geri kalan işçileri daha çok sömürmesidir.
Geride kalan işçilerin sadece sömürü oranları artmaz, aynı zamanda sömürü koşulları da ağırlaşır. İşte Renault... İşçilerin tuvalet ve su ihtiyacını karşılarken yerlerine bakan yedek eleman sayısı ise ya bire indirilmiş ya da tamamen kalkmış. Bu nedenle çalışırken su bile içemediklerini tuvalete gidemediklerini anlatıyor işçiler. (Metal işçisi yasasını yazıyor, 19 Mayıs 2015, Muzaffer Özkurt, Evrensel).
Şimdi, Das Kapital’de yazıp da, metal direnişinde karşımıza çıkan kapitalizmin diğer yasalarına geçelim.

İŞTE BU YÜZDEN PARÇA GİBİ GÖRÜLMEK!
Yaşadığımız kapitalist sistemde... Mülksüzler barınmak, giyinmek, yemek gibi en temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için emek gücünü belli saatlerde satmak zorundadır.
Das Kapital işte bu yüzden diyor ki; kapitalizmde işçiler, patronlar için değişken sermayedir.   Patron gözünde işçi, doğal kaynaktır.
Patron için işçi, iş gücünden başka bir şey değildir! İşte bu yüzdendir! Renault patronunun ağır çalışma koşulları sonrası bel fıtığı, boyun fıtığı, dizde ödem, menisküs yırtılması yaşayan işçiyi hiç düşünmeden, bir parça gibi kapı önüne koyması...
Patron gözünde işçinin sadece iş gücü olarak bir değeri vardır, insan olarak değil!

KAÇINILMAZ SÜREÇ DAHA AZ İŞÇİ  
Marx diyor ki... Meta fiyatlarının ucuzluğu iki şeye bağlıdır. Emeğin üretkenliğine ve üretimin boyutuna. [Yani işçi ucuza, çok üretecek. Tıpkı Renault’daki gibi. (Parantez içleri bana ait)] .
“Bunun için büyük sermaye daha küçüğünü yener” diyor ve ekliyor: Birikim sırasında meydana gelen ek sermaye büyüklüğü ile orantılı olarak daima daha az emekçiyi kendisine çekiyor. Öte yandan, yeniden-üretilen ek sermaye, eskiden çalıştırdığı emekçileri daima biraz daha kendisinden uzaklaştırıyor.”
Renault’nun büyüdükçe işçi sayısını azaltması kapitalizmin bir yasası yani.
Marx’ın bunu, “sermayenin değişmeyen kısmının [makineler, ham madde vd.lerinin], değişen kısma [emek gücüne] oranla giderek artma yasası” olarak tanımlıyor.
Bu yasa teknoloji başta olmak üzere sermayenin değişmeyen kısmında ortaya çıkan ve emek üretkenliğini artıran bir yasa.
İşte bu yasa işledikçe, Bursa’da işsiz sayısı artıyor otomotiv üretimi artsa da...

DİRENİŞTE VERİLEN İŞ İLANI DAS KAPİTAL’DE YAZIYOR!
Metal direnişi sürerken otomotiv fabrikalarının verdiği iş ilanlarını hatırladınız mı? Hani şu iş arayanlara ‘Gelin fabrikamıza iş başvurusu yapın’ çağrısı yapan ilan.
İşte bu tanıklığımız, Das Kapital’de anlatılır.
İşsizler Das Kapital’de, ‘nispi artı-nüfus’ ya da yedek sanayi ordusu olarak tanımlanır.
[Değişmeyen sermayenin değişen sermaye aleyhine artmasıyla]... Emekçi nüfus, kendi yarattığı sermaye birikimi ile kendisini nispi ölçüde fazlalık hale getirir.
Kapitalist bir birikimin yasası işte, emekçilerin ‘artık nüfus’ olması!
Ama bu nüfus artıktır ama patron için işlevsiz değildir.
Marx der ki... “Bu artı nüfus, her an elinin altında bulunan yedek sanayi ordusunu oluşturur... Yedek sanayi ordusu, duraklama ve ortalama üretim döneminde faal emek ordusunu baskı altında tutar, aşırı üretim ve coşkunluk döneminde bu faal emek ordusunun isteklerini dizginler.
Yani tıpkı Bursa’daki gibi... Renault işçisi, üretim artar, patron büyürken ücret artışı
İstedi mi... Verilen, “Bu paraya çalışacak çok kişi var, canın isterse” cevabı, Bursa’da bolca bulunan yedek sanayi ordusuna yani işsizlere güvenilerek verilir.

UYUŞTURUCU KULLANAN GENÇLER NEREDEN GELDİ?
Uyuşturucu kullanımının, işsizliğin yaygın olduğu illerden biri haline geldi Bursa. Das Kapital’de yazanlara göre, bu tablo kapitalizmin doğal akışına uygun.
Das Kapital diyor ki; “Yedek sanayi ordusu, akıcı, saklı ve durgun olarak üç biçimde hep vardır.”
Toplu işten çıkarmalarla bazen işe almalarla oluşanlar akıcıdır. Ki, Bursa’da bolca vardır. 2012 yılında toplam 6 bin işçinin üç vardiya halinde çalıştığı Renault’da şimdi 5 bine yakın işçi çalışıyor.
Kırlardan kentlere sürekli akış olması, tarım bölgelerini daimi saklı bir sanayi deposuna dönüştürür. Tarımcılığın yaygın olduğu Bursa’da tarımdaki çözülmeden bunu gözlemlemek çok kolay. Durgunlar yedek sanayi ordusunun en dipteki tortusudur. Sefalet alanındadırlar; Serseriler, suçlular, orospular gibi...
İşte bu tortuların Bursa gibi hem sanayisi hem de tarımsal alanı bulunan bir kentte sürekli artıyor olması tesadüf değil!
Marx diyor ki... İşçi sınıfı ve düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır.
Ne kadar anlaşılır kılıyor değil mi, Türkiye’deki 20 milyon yoksulun varlığını.

10 Mayıs 2015 Pazar

Hatırlayalım: 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinde Neler Oldu?

12 Eylül 1980’de yaşananlar Türkiye’nin bugünkü siyasetine, insanına, toplumuna, düzenine ışık tutar. Tarihi bilmeden bugünü ve yarını anlamak olmaz derler hani…
O yüzden az da olsa bilmek gerekiyor. Biraz canınız sıkılacak, biraz keyfiniz kaçacak, biraz da anlam veremeyeceksiniz.
Daha fazlasını okumak ve araştırmak ise sizin elinizde. Biz her zamanki gibi sizin için özet geçiyoruz.

Darbenin nedeni olarak o yıllarda yaşanan siyasi iktidarsızlık, ekonomik sebepler ve…


Sağ-sol çatışmaları ile oluşan kaos ortamı gösterildi


1 milyon 683 bin kişi fişlendi


Ancak askerin aldığı darbe kararı Türk siyasi tarihi için…


Etkileri halen hissedilen çok büyük ve acı bir karar oldu


210 bin davada 230 bin kişi yargılandı


Darbenin kod adı “Bayrak Harekatı”ydı


7 bin kişi için idam cezası istendi


12 Eylül 1980 günü sabaha karşı saat 3’te tanklar hareket etmeye başladı, asker hayata el koydu

517 kişiye idam cezası verildi, 50’si asıldı


Ülkenin tek kanallı televizyonundan marşlar duyuluyordu


30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı


Darbeyle beraber ülkedeki bütün siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri yasaklandı, TBMM lağvedildi


14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı


Generallerin yönetimindeki Milli Güvenlik Konseyi yasama, yürütme ve yargıyı tek elde topladı ve…


Kenan Evren Cumhurbaşkanı seçildi


30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti


Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel gibi dönemin önemli figürlerinin siyasete girmesi yasaklandı


300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü


1982’de halkın yüzde 92’sinin kabul ettiği darbe anayasası yürürlüğe girdi


171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi


Yeni anayasa ile sendikalaşma kaldırıldı, grev hakkı yasaklandı


3 bin 854 öğretmenin ve 47 hâkimin görevine son verildi


Zorunlu din dersi getirildi, yönetimin KHK ve OHAL belirleme yetkisi artırıldı


400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi


“Our boys have done it”


Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi


14 kişi açlık grevinde öldü, 16 kişi -kaçarken- vuruldu, 95 kişi -çatışmada- öldü


73 kişiye -doğal ölüm raporu- verildi, 43 kişinin -intihar ettiği- bildirildi


12 Eylül 1980’in üzerinden 33 yıl geçti


Bonus: Ve bugün…


 

Mozilla Firefox eklentileri

10 Nisan 2015 Cuma

Sendikacıyı koltuk korkusu yönetir


02 Haziran 2014 Pazartesi 06:00 |

Deneyimli sendika uzmanı Murat Özveri, Türkiye’deki makbul sendikacı tipini anlattı








Soma Kömür’e ait maden ocağında 301 kişinin ölümüne neden olan facia ülkede sendikacılığın da içler acısı halini gözler önüne serdi. Anlatına göre, Soma Kömür’de örgütlü Maden-İş’in delege seçimlerinde işçiler ellerine verilen kapalı zarfı sandığa attı. İşçiler, sendikanın kendileri için ne anlama geldiğini, “İşyerindeki bir sorunu söylesek, biz binadan çıkar çıkmaz, patronu arayıp haber veriyorlardı. Olmaz olsun böyle sendika” diye anlatıyordu. Biz de, Soma’dan yola çıkarak Türkiye’deki sendikacılığı, alanı iyi bilip eleştirel yaklaşan isimlerden Dr. Murat Özveri’ye sorduk.



Anlatılanlar gösteriyor ki, Soma Kömür’de sendika, işçinin değil işverenin temsilcisi gibi hareket etmiş. Bu, Türkiye’de istisnai bir durum mu?
Ne yazık ki istisna değil kural. İstisna olan, sendikacı gibi sendikacılık.



Nasıl gelindi bu noktaya?
1980’den sonra oluşturulan sistemde özel sektörde bir sendikanın örgütlenebilmesi için iki yol var. Birincisi sendika, iki-üç yıllık bir mücadeleyi ve bu sürecin sonunda üyesinin kalmamasını göze alacak.



Neyin mücadelesi veriyor bu süreçte?
İşveren, sendikanın yeter sayıda işçiyi üye yaparak aldığı toplu iş sözleşme yapma yetkisine itiraz ediyor. Bunun üzerine, gerekli sürecin tamamlanıp işverenin karşısına oturması için geçen ortalama süre 424 gün. O 424 günde, hiç bir koruması olmayan işçi, hele de öncü işçiler işten atılmışsa, “Aman işi kaybetmeyeyim” diye basıyor sendikadan istifayı. Sürecin sonunda sendikanın genelde yeter sayıda işçisi kalmamış oluyor.



Sendikanın ikinci seçeneği ne?
İşverenin icazetiyle örgütlenmek. O zaman da sendikanın işyerinde etkili güç olmasına asla izin verilmiyor. Zaten, işverenle anlaşarak yapılan bir örgütlenme sonrasında, o sendikanın işçilerin haklarını korumasını beklemek mantığa aykırı. Türkiye’de özel sektörde örgütlü olanlar genellikle bu sendikalar. Buna biz sosyolojik olarak da sendika demiyoruz, çünkü bağımsız değiller.



Sendika gibi sendikacılık yapanlar hangileri?
Küçük sendikalar. Burada işçinin denetimi her zaman sendikacının üzerinde. İki şube bir araya geldiğinde, yönetimi değiştirme gücüne sahip. Üye sayısı 5-10 bin arasında, işkolu sendikacılığı kağıt üzerinde kalmış, işyeri sendikası gibi çalışıyorlar. Bu tür sendika gibi sendika örgütlenmesinin önüne geçmek için onların bulaştığı yere işveren hemen büyük sendikaları getirir. Büyük sendika-işveren işbirliğiyle, operasyon yapılır. Küçük sendika tasfiye edilir.



Soma’da da Uyar Madencilik’te işçiler muhalif bir sendikada örgütleniyor. İşveren hemen Soma Kömür’de örgütlü Maden-İş’i getiriyor...
Türkiye’de sistemin kurgusu bu. 1908’den beri devlet denen siyasal örgütlenme, işçi hareketinin kendi özgücüne dayalı olarak örgütlenip bağımsız örgütlerini yaratmasına izin vermemiştir. 1980’den sonra yatay örgütlenmelere izin vermeyerek oligarşik sendikal yapı oluşturmuştur.



Batıda durum nasıl? Devletin “Alın size bu hakları veriyorum” dediği ülke var mı?
Yok. Olamaz da zaten. Yasaklarla sendikal hareketin gelişimi ikiz kardeş gibidir. Sendikacılık, mevcut yasaları çiğnemeden, kendi hukukunu yaratmadan var olamaz. Batı’da da öyle olmuştur.



Peki, Türkiye’de sendikacılar, mevcut sisteme karşı bir mücadele veriyorlar mı?
Hayır vermiyorlar.



Neden? Bu sistemden çıkarları ne?
Düşünün, siz bir işçisiniz. Sendikaya yönetici seçildiğiniz anda işyerindeki tulumunuzu çıkarıyorsunuz, devasa bir makam odasına geliyorsunuz. Artık emrediyorsunuz. Az ya da çok bir iktidarla tanışıyorsunuz. Özel arabanız, özel şoförünüz var. Tüzükteki gelirlerle yetinseniz, -sendikacı deyimiyle- hiç tırtıklamasanız dahi dünyanız değişiyor. Siz artık sorun çözen bir insansınız, “alo” deyince bakanla muhataptasınız.



Bir nevi patron oluyorsunuz...
O koltuk o kadar cazip ki, dört elle sarılıyorsunuz. Sendikacı davranışını güdüleyen temel etkiye ben, “koltuk korkusu” diyorum. O koltuğu sendikacının elinden alabilecek iki güç var, biri hükümet, biri taban. Tabanın, “Adam gibi sendikacı olmazsan altındaki koltuğu alırım” diyebileceği mekanizmaları tıkamışsanız, koltuğu tehdit edebilecek tek güç hükümettir. Koltuk korkusuyla, hükümet korkusunu topladığınızda da ortaya dansöz sendikacı çıkar. Söylemi işçi lehine, demokrat ama gerçekte işçi lehine davranabilecek iktidarı kendinde görmeyen sendikacı tipi çıkar. İşte “makbul sendikacı” budur. Bu sendikacıları en güzel ifade eden tip “vukuatsız kabadayı”dır.



Nasıl bir tip o?
Söylemlerinde hükümeti, işvereni tehdit eder, emeğin kutsallığına vurgu yapar, geçmişte yaptıkları büyük direnişlere övgü düzer, ama ortada bir iş, bir vukuat yoktur. Hayatı dönüştürecek bir güç yoktur. Bir de bunlardan kötüsü var: sarı sendikalar. Sarı sendika, açık şekilde işveren ya da hükümet güdümünde bir başka sendikayı tasfiye için, var edilmiş sendikalardır.



Makbul, sarı, gerçek... Her birinin toplamda payı nedir?
Sarı sendika azdır. Ama makbul sendikalar ana gövdenin tamamını oluşturur. Sendika gibi sendikaların sayısı ise bir elin parmağını geçmez. Türk-İş, DİSK, Hak-İş, hepsinde de tablo aynıdır. Ve Koltuğu tehlikede olan sendikacı ideolojisinden, inancından bağımsız aynı tepkiyi verir.



Sendika gibi olmayan sendikalarda, işçiyle nasıl bir ilişki vardır?
Öyle işyerleri var ki, orada sendika, personel müdürü gibi çalışıyor. İşçi işe alınırken önce sendika denetiminden geçiyor. İşçiye şu hissettiriliyor, “Bu ekmeği sendikacının da oluruyla yiyorsun. Ona tabisin.”



Sendika yöneticilerinin maaşı ne kadar?
Küçük sendikalarda çok fazla değil, işçinin aldığı ücretin tahminen iki katı. Ama büyük sendika derseniz, maazallah... 20 bin lira kök maaş alıp bunun yanında, ikramiyesi, yollukları olanlar olduğunu duyuyorum. Bir de risk tazminatı var. Sendikacı, sendikacılık yapması nedeniyle üstlenmiş olduğu riski paraya çevirir. Her genel kurulda bu riskin karşılığında toplu bir para alır. Bir tür kıdem tazminatı.



Bu rakamlar açıklanmıyor mu?
Açıklanıyor. Genel kurulda bütçe oylanıyor zaten. Sorun bu oligarşik yapıya “O parayı vermiyorum” diyebilecek bir delege yapısının çıkmaması. Asker delegelerle, genel kurallar oluşturuluyor. Sendika içi demokrasi işlemiyor.



Asker delege derken neyi kastediyorsunuz?
Yönetimler delege seçimlerini yaparken, kendilerine koşulsuz oy verebilecek yandaşlarını cımbızla seçerler. Sendikacılar sıradan insanlar değildir. Sınıfın süzülüp gelmiş en zekile ridirler. Hele de sendikada iç çekişme varsa, onların zekalarına kimse yetişemez. Birçoğu risk alarak gelmişlerdir. Gelirken de ödediklerinin yanında elde edebileceklerini görmüşlerdir. Dolayısıyla daha delege seçimi aşamasında herşey kontrol altına alınır.



Entelektüel bodyguardlar
Sendikalarda, yöneticilerin hısım akrabasını işe sokması gibi bir durum var mı?
- Sokmaması gibi bir durum var mı, diye sorun, daha anlamlı. Birkaç sendika hariç mutlaka bu tür ilişkiler vardır. Öyle girenler de sendikacılara entelektüel bodyguardlık yapar. Mesela dil bilen hukukçular yoktur. Varsa, bu söyleşiden sonra kendini gösterir biz de ILO sözleşmelerini işveren değil kendi hukukçularımızın çevirilerinden okuruz. Ya da AİHM’de Soma’daki dramı takır takır anlatacak dil yeterliliğine sahip, sendikada yetişmiş hukukçu benim bildiğim yok.




Muhalif delegenin başına gelenler...




Diyelim ki sendika yönetimine muhalif bir grup var. Seçimde delege adayı olmak istiyorlar. Neler gelebilir başlarına?
Yaşanmış bir örnekle anlatayım. Bir sendikanın Kocaeli şubesine bağlı işyerlerinde delege seçimi yapılacak. “Aday olmak isteyenler başvursun” diye ilan ediliyor. Bir grup delege, seçimden önce muhalefet hareketi başlatıyor. Ama ne ilginç tesadüf ki, seçimden iki ay önce işveren tarafından işten çıkarılıyor! Bakın işbirliği kendisini nasıl sırıtarak gösteriyor. Yasa diyor ki, “İşten çıkarılmış da olsalar, delege adayı olmaları bunun üzerinden bir yıl geçmediği sürece mümkün.”Ama şube bu kişilerin adaylık başvurusunu kabul etmiyor.




Yasayı dinlemiyor, öyle mi?
Öyle. İşçi, mahkemeye gidiyor, “Biz delege adayıyız, başvurumuz alınmıyor, gelin tesbit edin”diyor. Mahkeme heyeti gidince, şube 20 kişinin delege adaylığını kabul ediyor. Seçim işyerinde yapılacak. İşveren, işyerine almıyor işten atılmış işçiyi. Sendikanın gösterdiği yere gitmesi bile fiilen mümkün değil, giderse orada “dolaşan” birileri var. Bunlara rağmen bu 20 kişi delege seçiliyor. Sonra sendika genel merkezi, seçimlerle ilgili kendi aleyhine bir grup işçiye dava açtırıyor! Mahkeme de, “Evet seçimler böyle yapılmamalıydı” diyerek seçimi iptal ediyor. Bunun üzerine işçiler dava açıyor. Süreç başka hukuki hamlelelerle böyle bir buçuk yıl sürüyor. Yeni delege seçimleri yapılacağı zaman işçiler artık aday olamıyor. Çünkü işten çıkarılmalarının üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmiş.



Sonra?
İşçilerden biri basına konuşuyor: “Sendika kanuna ve tüzüğe aykırı seçim yaptı. Bağlı olduğu konfederasyon uyuyor mu?” diye. Bu sözleri için işçinin aleyhine, sendika 100 bin liralık manevi tazminat davası açıyor. Düşünün, işten atılmışsınız, seçimlerden bertaraf edilmişsiniz, hayatınızı idame ettirmek için küçücük bir büfe açmışsınız, 100 bin liralık davayla karşılaşıyorsunuz birden. Sizi savunacak avukat bulup bulmayacağınız bile belli değil. Siz bu işçinin yerinde olsanız bir daha bu mekanizmaya çomak sokmaya cesaret eder misiniz? Mekanizma, bu arada öbür işçilere de mesaj veriyor: Bana karşı çıkarsan, hareket alanın sıfır.




Devlet, istediği anda ipini çeker




Sendikacı koltuğu korumak için siyasetlene tür ilişkilere giriyor?
Bu yapıyı yaratan en önemli sistem devlet zaten. Devlet, istediği sendikacıya her türlü desteği veriyor. Örneğin yargıya müdahale ediyor. A ya da b sendikacı lehine ricacı oluyor. Genel kurulun iptali davalarında, iki çarpı iki dört etmiyor. Dönemin Çalışma Bakanı Yaşar Okuyan Kocaeli’nde yaptığı bir konuşmada, şube başkanlarına dedi ki, “Sizin bana söylediklerinizi genel merkez yöneticileriniz söyleyemez. İstesem hepsinin ipini çekerim.” Devlet sendikaların bilumum açığını biliyor. Türkiye, Enver Toçoğlu örneğini yaşadı. Toçoğlu Demiryol-İş’in genel başkanıydı, “iyiydi kötüydü” demiyorum. Devrin Türk-İş başkanı ve siyasal iktidarla ters düştü ve bir yakınının cenazesine çiçek gönderdiği için bir daha seçilemeyecek şekilde yöneticiliği sona erdirildi. Yargı sistemi tıkır tıkır işledi. Demek ki, istediği zaman o koltuğu elinden alacak hukuki gerekçe ve mekanizmaya sahip bir iktidar var. O iktidarı tümüyle karşısına alıp, sendika içi mücadeleye girip kazanan sendikacı çok çok azdır. 40 yıldır sendikalarda yönetimlerin kendi içinde bölünmeden olağan seçim sürecinde değiştirilmesi neredeyse hiç görülmemiştir.




Yasaya uymak öldürür




-Sizce bu sendikal yapı nasıl aşılabilir?
-Sanayileşmemizin gelişmesine bağlı olarak kırılacak. Bunlar, dünyanın her yerinde, bizim yaşadığımız süreçleri yaşayan işçilerin yaşadığı sorunlar. Bir işçi liderinin çok hoş bir sözü var: “Yasalara uymak bizi öldürüyor.” Öyle bir noktadır ki bu, tam kırılma noktası. Artık yasaya uymakla uymamak arasında, o işçinin yaşamı açısından hiçbir fark kalamamıştır. İşte orada birileri der ki sendikaya ¨Çık git kardeşim,” yasaya da der ki ¨ Git işine, ben haklıyım.¨ Meşru mücadelede bu yasalar yeniden yazılacaktır o zaman yeni bir sendikal yapı, anlayış, yasal sistem çıkar.




KİMDİR?




Dr. Murat Özveri, 25 yıldır sendikal alanda çalışan bir iş hukukçusu. Doktorasını sendikasızlaştırma üzerine yapan Özveri’nin sosyal güvenlik, özelleştirme, iş mevzuatı gibi konularda sekiz kitabı var. 2004 yılından beri hakemli bir dergi olan Çalışma Ve Hukuk’un yayın yönetmeni olan Özveri hukuk müşavirliğini yürüttüğü, Türk-İş’e bağlı Selüloz-İş sendikasına da dava açmış bir avukat.



TUĞBA TEKEREK
twitter: @tugbatekerek

BU ARŞİV AYDIN KARAASLAN’A  AİTTİR.

26 Mart 2015 Perşembe

Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş tarafından açıklanan programa



2 aydır beklenen ekonomik program nihayet açıklandı. Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş tarafından açıklanan programa "Türkiye'nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" adı verildi. Derviş, programın siyasi, halk ve dış desteği alarak başarıya ulaşacağını kaydetti.
Program, sürekli istikrarı sağlamayı hedefliyor.
Ekonomide düzen değişiyor
Dün Hazine Müsteşarlığı'nda, üst düzey bürokratlarla birlikte yeni programı açıklayan Kemal Derviş, Türkiye'nin özellikle 1990'lı yıllardan sonra yaşadığı görev zararları, yüksek faizle borçlanma ve kamu israfı gibi terimlerden kurtulmasını sağlamaya çalıştıklarını vurguladı. Diğer programlardan farklı olarak Bakan Kemal Derviş, her ne şartta olursa olsun halka doğruyu söyleyeceklerini ve günü idare eden politikalardan uzak duracaklarının altını çizdi. Derviş, "Bugünü kurtarmak için yarının temeline dinamit koyamayız." dedi.
2001 Yılı Bütçesi'nin yüzde 95'lik kısmının faiz ödemelerine ayrılmak zorunda kalındığını vurgulayan Derviş, "Bu çark daha fazla dönemez. Bu çarkın işleyişini değiştirmek zorundayız. Kamu bankalarının zararları 1992 yılından itibaren başladı. Bunların azaltılması, ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bunları gerçekleştirmeden hızlı bir büyüme sürecine girmemiz mümkün olmaz. Çıkarılan kanunlar, yapılan bir dizi çalışmalar hep bu amaca yönelik olacaktır. Yeni vergilerden ziyade, tasarruf yapılarak borçlanma gereğini azaltmayı, kamu finansman yükünü bu şekilde düşürmeyi planlıyoruz." diye konuştu. Türkiye'nin ekonomik düzenini değiştirdiklerini sık sık vurgulayan Derviş, "Bu program sadece bir istikrar programı değildir. Evet hepimiz kemer sıkacağız; ama ekonomik düzeni de değiştireceğiz." dedi.
Derviş, hedeflerinin üretim ekonomisi olduğunu, bu yıl turizm ve ihracata dayalı bir büyümenin gerçekleşeceğini anımsattı. Başta Türk Telekom yasası olmak üzere çıkarılması gereken yasalar konusunda hızlı bir çalışmanın gerçekleştirilmesinin dış desteğin sağlanmasında önemli bir yere sahip olduğunu anlattı. Derviş, Türk Telekom'un en fazla yüzde 49'unun stratejik yabancı ortağa satılmasını öngören tasarının kanunlaşması ve THY ile ilgili sivil havacılık yasasının çıkması ile özelleştirme konusunda en önemli adımların atılmış olacağını belirtti.
Enlasyon hedefi yüzde 52,5
Programın sosyal boyutuna da değinen Derviş, yeni bazı küçük vergi düzenlemeleri olabileceğini; ancak ciddi bir verginin olmayacağını bildirdi. Bu yıl için yüzde 3'lük bir küçülme öngördüklerini; ancak gelecek yıl ekonominin yüzde 5 büyüyeceğini, bu yıl sonunda TEFE'nin yüzde 57,6, TÜFE'nin de yüzde 52,5 olarak hedeflendiğini kaydetti. Kurun aşırı hareketlilik içinde olduğunu, dünyanın birçok yerinde bu tür durumlarda kurun önce aşırı değer kazandığını; ancak daha sonra reel değerine indiğini belirten Derviş, "Döviz, olması gerekenin çok üstünde. Ancak dış destek hafta içinde belirginleştiğinde, turizm ve ihracat gelirleri arttığında döviz olması gereken yere gelecektir. Şu anda psikolojik bir durum söz konusu. Kısa bir süre sonra makul seviyelere gelecektir." dedi.
Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti ise 1 milyon 250 bin liralık doların geçen yılın en yüksek rakamına göre yüzde 20 daha fazla olduğunun altını çizdi. Kendilerinin müdahale programı olmadığını yineleyen Serdengeçti, para politikasının zamanla oluşacağını ifade etti.
Dış kaynağı yabancılar açıklayacak
Umutsuz olmak için sebep olmadığını dile getiren Kemal Derviş, Türkiye'de yatırım yapacak yabancı yatırımcıların 1-2 yıl içinde önemli kârlar elde edebileceklerini kaydetti. Gazetecilerin sorularını da cevaplandıran Derviş, özelleştirme için gerekli yasaların çıkarılmasından sonra, bu alandan önemli kaynaklar elde edeceklerini, dış desteğin başkaları adına kendileri tarafından açıklanmasının doğru olmayacağını, 6 ay içinde şeker fabrikalarının özelleştirileceğini, Türk Telekom ve enerji ihalelerinin önünün açıldığını bildirerek, "Biz çok gol atacağız. Belki yediğimiz goller de olacak; ama biz daha fazlasını atacağız. Ve ben çok az gol yiyebileceğimizi düşünüyorum." dedi. Programda kendi söylediklerinin dışında bir şey olmadığını sık sık vurgulayan Derviş şunları söyledi: "Programda piyasaları rahatsız edecek herhangi bir şey yok. Bu, bir hükümet programıdır, bir sürekli istikrar programıdır. Hep birlikte başarılı olacağımıza inanıyorum."
(Sezai Şen / Ramazan Solak / ANKARA Zaman / Ekonomi Servisi)





* Büyüme hedefi 2001'de eksi 3, 2002'de artı 5.
* TÜFE 2001 yıl sonu yüzde 52,5, 2002'de yüzde 20.
* TEFE 2001 yıl sonu yüzde 57,6, 2002'de yüzde 16,6.
* Toplam kamu faiz dışı dengenin GSMH'ya oranı 2001'de yüzde 5,5 2002'de yüzde 6,5 olacak.
* Kamu maliyesindeki güçlü politika mutlaka desteklenmeli. Bunun sayesinde enflasyon yıl sonunda aylık olarak yeniden yüzde 2'ye, 2002'de ise yüzde 2'nin altına inecektir.
* Temmuz ve ağustostan itibaren ihracat ve turizm sayesinde yeniden büyümeye geçeceğiz.
* Esas çözüm, içerideki yeniden yapılanmadadır. Zaten yüksek olan borçlara çok büyük yeni borçlar eklemek sorunu çözmez, bizi daha büyük çıkmazlara sürükler.
* Geçiş döneminde tüm yükü para piyasalarına veremeyiz. Uluslararası kuruluşlar ve Türkiye ile ekonomik ilişkileri olan dost ülkelerin bizi desteklemelerini istedik.
* Dış destek miktarını 10-12 milyar dolar olarak belirledik ve bunu sağlamaya çalışıyoruz. Bunu önümüzdeki hafta net bir karara bağlayacağız.
* Uluslararası kuruluşlar programın ayrıntılarına bakacaklar, fakat bize destek olacaklarını çok büyük kuvvetle tahmin ediyorum.
* Kamudan ve dışarıdan gelecek kaynakla birlikte Merkez Bankası para politikasının ayrıntıları belirlenecek ve program kesin makroekonomik tablo olarak ortaya çıkacak.
* Ek vergi yok, fakat ufak tefek ayarlamalar olabilir. Bunlar piyasaların işlemesine yardımcı olacaklardır.
* Bireysel yatırımcıların kamu kağıtlarından elde ettiği getiriye ilişkin beyanname verme zorurluğu kalkıyor. Bu piyasayı rahatlatacak ve halka arzlara yardımcı olacaktır.
* Program bütün boyutlarıyla bu hafta içinde resmi duruma sokulacak.
* Akaryakıtta otomatik fiyatlandırma devam edecek. ATV en az hedeflenen enflasyon ölçüsünde ayarlanacak. ATV tahsilatının GSM'deki payı yüzde 2,8 olacak.
* Kamu bankalarının faiz farkı ödemelerini karşılamak için bütçeye GSMH'nın yüzde 0,2'si oranında ödenek konuldu. Ödenek aşımına yol açacak yükümlülükler verilmeyecek.
* Kamu yararı ve ulusal güvenlik amacıyla Telekom'da altın hisse dışındaki hisselerin stratejik ortağa blok satışı, halka arz ve çalışanlara satış yoluyla özelleştirilmesi süreci başlatıldı.
* Sabit telefon hizmetlerinde kamu tekeli özelleştirme sonrası kaldırılacak.
* Toplam memur sayısında artış olmayacak.
* Lisans verme yetkisi Telekomünikasyon Kurumu'na verilecek.
* Tüm kesimleri ilgilendirmeyen ve ücret adaletini hedeflemeyen münferit maaş ve ücret artış talepleri kesinlikle dikkate alınmayacak.
* TMSF bünyesindeki Demirbank'a tekliflerin değerlendirilmesi nisan sonuna kadar bitirilecek.
* 6 Nisan'a kadar teklif alınmamış olan TMSF bünyesindeki bankalar Sümerbank veya bir diğer geçiş bankası bünyesinde birleştirilcek.
* KİT'lerde personel sayısı artırılmayacak. Fazla mesai, ikramiye ve prim gibi ödemelerde kısıntıya gidilecek. Cari harcamalar kontrol altına alınacak.
* Sümerbank bünyesinde birleştirilen 5 bankanın şube sayısı haziran itibariyle 134'e indirilecek.
* Tarımsal destekleme fiyatları öngörülen enflasyonu aşmayacak şekilde artırılacak ve kuruluşların finansman imkanı dikkate alınarak miktar kısıtlamasına gidilecek.
* Özel banka ve şirketlerin birleşmesini kolaylaştıracak çalışmalar sürüyor.
* Makul bir geçiş dönemi bankaların mali olmayan iştiraklerinin özkaynaklara oranı daraltılmaktadır.
* Başta enerji ve petrol sektörü olmak üzere ithale dayalı ürün fiyatları kurdaki değişiklikleri artan maliyetleri ve ekonomik gerçekleri yansıtacak şekilde geciktirilmeden uygulanacak.
* Bankalar Kanunu'nda yapılacak değişiklikle özel karşılıkların Kurumlar Vergisi matrahının tespitinde gider sayılması konusundaki yasal düzenlemeye açıklık kazandırılacak.
* Memur maaşları enflasyonla uyumlu olarak artırılacak.
* Bankacılık sistemindeki gelişmeler çerçevesinde uzun vadeli yatırımları özendirmek ve tasarruf araçları arasındaki farklılıkları gidermek amacıyla vergi ve munzam karşılıklar gözden geçirilecek.
* Kamu işçi ücretleri 99-2000 dönemini kapsayan toplu iş sözleşmeleriyle sağlanan reel artışlar, kamu dengesi ve kamu çalışanları arasında ücret adaleti gözetecek şekilde ayarlanacak.




1. Bütçe Kanunu'ndaki değişiklikler.
(Meclis'te kabul edildi.)
2. Görev zararlarını kaldıran kararnane ve kanun.
(Kararname Başbakanlık'ta, kanun hazırlıkları sürüyor.)
3. Borçlanma yasası.
(Önümüzdeki hafta Başbakanlık'a sunuluyor.)
4. Kamulaştırma yasası. (Meclis'te.)
5. 15 bütçe ve 2 bütçe dışı fonun kapatılması ile ilgili yasa.
(Hazine Müsteşarlığı hazırlıyor.)
6. Kamu ihale yasası. (Hazırlık aşamasında.)
7. Merkez Bankası yasası. (Başbakanlık'ta.)
8. Bankalar Kanunu'ndaki değişiklikler.
(Bakanlar Kurulu'nda. Kamu bankaları kararnamesi çıktı.)
9. İş güvencesi yasası. (Sosyal taraflarla temaslar sürüyor.)
10. Ekonomik ve Sosyal Konsey yasası. (Meclis'ten çıktı.)
11. Sivil Havacılık Yasası'nda değişiklik. (Meclis'te.)
12. Telekom yasası. (Başbakanlık'ta.)
13. Şeker Kanunu. (Cumhurbaşkanlığı'nda.)
14. Tütün Kanunu.(Hazırlık aşamasında)
15. Doğalgaz Kanunu. (Plan ve Bütçe Komisyonu'nda.)




Ekonomi çevreleri açıklanan ekonomi programını iyimser bulurken, siyasi ve bürokrat uygulayıcı kadrosunun performansının başarıda önemli olacağını vurguladılar.
Devlet Bakanı Kemal Derviş tarafından dün açıklanan yeni ekonomi programını iş çevreleri genel olarak destek verirken, programın başarısının siyasi irade ve bürokratların performansına bağlı olduğunu belirttiler. İşadamları, özetle, "Senaryo güzel; ama rejisör ve aktörlerin performansı ve rolleri önemli." dediler. İşadamlarından farklı görüşte olanlar ise bu programın bu hükümetle gitmeyeceğini belirtiyorlar. Bankacılar da programa yönelik iyimser açıklamalar yaparken, parasal destek miktarının açıklanacağı programın ikinci ayağınında önemli olduğunu vurguladılar.
Fuat Miras (TOBB Başkanı):
Odalar Birliği olarak genel hatları itibariyle önerdiğimiz konuları kapsayan bir program karşımıza çıktı. Yani devletin yeniden yapılanması, mali sektörün düzeltilmesi, kamu açıklarının ortadan kaldırılması, sosyal dengelerin sağlanması konuları genel çerçeve itibariyle bizim söylediklerimizi kapsayan bir program. Yanlız bunun eksik tarafları var. Mesela dışarıdan alınacak destek nerelerde ve nasıl kullanılacak ve kimler bu destekden faydalanacak? Bunun açıklanması lazımdı. Açıklanmadı. Bir de gelirler hanesi yok. Hangi gelirlerden bu program destek alacak o da belli değil. Sayın Bakan'ın enflasyonla ilgili açıklaması var. Ancak piyasalarda ne alış var, ne satış. Bu rakamlar yükselebilir de düşebilir de. Program bu haliyle devletin şeffaflaşması, yeniden yapılanma açısından beklentilerimizi karşılayan bir çerçeve oluşturuyor. Ama ekonomik açıdan baktığımız zaman bizim hedeflerimizin orada olmadığı belli oluyor.
Zafer Çağlayan (ASO Başkanı):
Bu program devlette yeniden yapılanmayı ve şeffaflığı sağlayacak bir program. Ama bunun içinde görev tamamiyle siyasilere ve TBMM'ye düşüyor. Bu programın ancak tasarruf yapılırsa başarılı olabileceği gözüküyor. Elde başka da veri yok. (Yeni vergiler yok. Kamudaki tasarrufla bu dengeler tutturulacak) deniyor. Rakamlara bakıldığında yıl sonu enflasyon hedefi vs'ye bakıldığında iyimser senaryo olduğu gözüküyor. Ama bu senaryonun bütünün görüp öyle bir şey söylemek lazım. Onun için pazartesi gününü bekleyip değerlendirmek lazım. Şimdi gözlerimiz bozuk. Hem hipermetrop olmuşuz yakını göremiyoruz, hem miyop olmuşuz uzağı göremiyoruz. Dolayısı ile şu andaki gözlük pek görüntümüzü netleştirmedi. Gözlük hâlâ bulanık gösteriyor. Ama karamsar bakmak istemiyorum. Şu anda gözüken turizm ve ihracatın çok önemli olduğu. İnşaallah başımıza bir kaza gelmez. Senaryo iyimser ancak rejisör ve aktörlerin performansı ve rolleri önemli.
Hüsamettin Kavi (İstanbul Sanayi Odası Başkanı):
Açıklanan programla nelerin yapılabiliceği nelerin yapılamayacağı ortaya kondu. Bazı konulardaki belirsizlikler de ortadan kalktı. Bu açıdan umut verici bir program.
Okan Oğuz (Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı):
Döviz kurlarının ihracata yansımasının 4-5 aylık bir süreyi bulur. Böyle bir durumda yapılacak öncelikli işin ihracata doping etkisi yapacak acil tedbirlerin devreye sokulmasıdır. Üretim için ise piyasaların ve döviz kurlarının istikrara kavuşturulması zorunlulu.
Nuri Artok (İHKİB Başkanı):
Sayın Bakan gollerin ihracat ve turizmle atılacağını ifade etmektedir. Ancak ne yazık bugün iki santrfordan biri olan ihracat, iki çok kuvvetli oyuncu tarafından marke edilmektedir. Bunlardan biri finansman, diğeri ise piyasaların güvenidir.
Hikmet Tanrıverdi (GİSAD Yönetim Kurulu Başkanı):
Ortada net rakamlar yok. Özellikle üretime yönelik, reel sektöre yönelik bir şey göremedim, programda. Biraz daha net şeyler bekliyorduk. Şu an için net bir şey yok.
TOBB Sözcüsü Atıl Akkan:
İlk defa hükümetin ayağının yere bastığını ve gerçekleri Türk halkına açıkladığını gördük.
Nejat Koçer (Gaziantep Sanayi Odası Başkanı):
Konuya hakim birisinin programı açıklaması, bizlere güven verdi. Bir umut ışığı aldık.
Ali Tigrel (DPT eski Müsteşarı):
Olumlu bir adım. Bence ortaya konulan en önemli noktalardan biri şeffaflık. Özal dönemindeki takım ruhunun tekrar geri geldiği izlenimini aldım.
Şarık Tara (ENKA Holding sahibi):
Programı herkesin desteklemesi gerekir. Hükümetin programın arkasında durması herkesi rahatlatıyor. Programı iyi buldum.
Mustafa Çapar (Kayseri Sanayi Odası Başkanı):
Reel kesimle ilgili olarak açık ve net şeyler göremedik.Kamuda şeffaflık, tasarruf, istihdamın artırılması, iç kaynakların harekete geçirilmesi gibi benimsediğimiz konular bulunuyor.
Muharrem Yılmaz (TÜGİAD Başkanı):
Programda ödemeler dengesi ve para politikası ile ilgili bir netlik yok. Bu nedenle programın daha çok uzun vadeli bir strateji şeklinde açıklandığını görüyorum. Bu konuda da yeterli bir oluşum vardı.
Zeynel Abidin Erdem (Erdem Holding):
Bu güvenilir bir program olmanın ötesinde, uygulandıktan sonra Türkiye'yi sıçratacak bir program gibi gözükmektedir.




Bayram Meral (Türk-İş Genel Başkanı):
Bu programının getirdiği bir şey yok. Programda yatırım, üretim, istihdam yok. Çalışanların sorunlarını dikkate alınmamış. Programın sosyal yönü sıfır.
IMF programlarının devamı niteliğinde bir program. Özelleştirmeye hızlandıran, ancak özkaynakların yer almadığı program.
Resul Akay (Türkiye Kamu-Sen Başkanı):
55. hükümet dokuz günde, 57 inci hükümet on iki günde programını onaylattığı halde, Sayın Derviş, 45 günde ancak programı tartışmaya açabildi. Bu programın insan boyutu, sosyal boyutu yok. Eski programların daha acıtıcı ve yakıcı versiyonudur. Televole iktisatçıları bile hayal kırıklığına uğradı.
Salim Uslu (Hak-İş Başkanı):
Program aydınlatıcı değil. Felsefesine katılmamız mümkün değil. Sadece ekonomik program olmak yerine demokratikleşmeyi içeren sosyal, siyasal boyutunun da olması gerekirdi. Maalesef bu boyutunu göremedik. Program çok uzun vadeli büyüme hedefleri olan program olmuş.
lM. Fatih Uğurlu (Memur-Sen Başkanı)
Programda sosyal kesimi temsil eden millet yok. Memurlar, emekliler, çiftçiler, esnaflar, işçiler yok. İç ve dış borçların düzenli ödenmesi var. Kimlere ne zaman borç ödeneceği var. Program teorik iktisat dersini benziyor. Kısaca dağ fare doğurdu. Olan millete olacak. Hayat şartları dikkate alınmamış.
Süleyman Çelebi (DİSK Başkanı)
Sayın Derviş'in sosyal boyutu hiç yok diyebiliriz. İş güvencesi konusunda bizi tatmin edecek yaklaşım getirilmemiş. Sosyal boyut reddedilmiş. Kayıt dışı ekonomin kayıt altına alınmasıyla ilgili somut bilgiler yok. Kısaca emeğe yer yok. Ücretler konusunda fedakârlık yapamayız.
(Şahin Ali Şen / Ankara Zaman)





Prof. Dr. Esfender Korkmaz (İst. Üni. İktisat Fak. Öğr. Üyesi):
Buna istikrar programı demek yanlış olur, bu sadece niyet açıklaması, tahmini hedeflerin açıklanması.
Oysa piyasa ekonomik bir model bekliyordu. Takdimi yanlış oldu. Bu yüzden piyasalar yanlış algılayabilir. Ancak ana ilkelerin açıklanmasında büyük fayda oldu. Öncelikle programın şeffaf, kalıcı ve esnek olacağı anlatıldı. Bu da programın tartışılabilir, uzun dönemli, potansiyel maliyeti olmayan ve şartlara göre değişibilecek olacağını gösteriyor.
Prof. Dr. Osman Altuğ (Marmara Üniversitesi Ö.Ü.):
Ekonomiye cek-cak ekonomisi diye yeni bir kavram kazandırdılar. Ekonomik program diye hep yapılacaklardan bahsediliyor. Evvela bu acil önlemler paketi dedikleri bir ön niyet mektubuydu, bu da son niyet mektubu. İyi niyet açıklamasından başka bir şey değil bunlar. Önemli olan bunların uygulanmasıdır. İnsanların cek-cak ekonomisiyle oyalanacak halleri yok."
Prof. Dr. Güven Alpay (BÜ Öğretim Üyesi):
Hem dünyaya hem de Türkiye'ye 'şeffaf devlet' mesajı verildi. Reel sektör somut veriler yok diye programı eleştirebilir. Bu program devletin yapısını köklü bir biçimde değiştirecek reformları öngörüyor. Pek çok madde beni ümitlendirdi. Çağdaş bir hedef ortaya kondu. Dünyaya entegre olmuş bir Türkiye hedefi var. Devlet artık şeffaf olmayı taahhüt ediyor.




Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Sekreteri Haluk Tükel, Devlet Bakanı Kemal Derviş'in açıkladığı ekonomik programla ilgili olarak, dağıtılan metni incelemeden bir tepki vermeyeceklerini bildirdi.
Haluk Tükel, Bakan Derviş'in basın toplantısında dağıttığı dokümanın henüz ellerine ulaşmadığını belirterek, "Dokümanı, kitabı değerlendireceğiz. İncelemeden, pazartesi sabahından önce bir tepki vermeyeceğiz." diye konuştu.





İş dünyasından programa dönük olumlu açıklamalar gelirken, programın başarısız olacağını iddia eden işadamları da yok değil.
İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım programın mevcut hükümetle başarılı olmasının mümkün olmadığını belirtirken, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün, programı desteklemeyeceklerini açıkladı. Farklı görüş bildiren işadamları ise şöyle dedi:
Mehmet Yıldırım: (İstanbul Ticaret Odası Başkanı):
Programın mevcut siyasi kadroyla gerçekleştirilmesi mümkün değil. Programda halkın beklentileri yok. Özel sektörün beklentileri de siyasi iradeye bağlı. Programın öngörülerine baktığımız zaman, üretim gerçekleşirse, ihracat olursa, turist gelirse, dış yardım gelirse gibi hep temenniler üzerine kurulmuş bir proje. Bu projenin gerçekleştirilme oranı ne? Bence bu hükümetle açıklanan bu programı gerçekleştirmek mümkün değil.
Ekrem Demirtaş (İzmir Ticaret Odası Başkanı):
Açıklanan kesin program değil. Taslak program. Bu programın kaynağı yok, bilinen doğruları söyledi. Bizim eksikleri eleştirmemiz, tepki göstermemiz demokratik hakkımızdır. Bu defa daha temkinli hareket ediyoruz. Programın başarılı olması için koşullu destek veriyoruz. 2 aydır Başbakan Bülent Ecevit ve Derviş'e odamızın görüşlerini sunduk. Piyasanın durumunu pazartesi günü göreceğiz. Kayıtsız şartsız hükümetlere destek vermeyeceğiz. Radikal değişim ve dönüşüm bekliyoruz."
Ali Bayramoğlu (MÜSİAD Başkanı):
Tam bir fiyasko. Topluma hiçbir mesaj vermedi. Ekonomik noktada üretim, istihdam ve ihracat açısından bir yol göstericiliği yok. Bunların önünü tıkayan mali piyasalar ve bankacılıkla ilgili hiç bir somut çözüm yok. Sadece 15 tane kanun değişikliğinin ne kadar faziletli olduğunu anlatan bir programdır. En önemlisi yine rantiyecilik, faizcilik mantığının devam etmesini öngörüyor bu program. Programa desteğimiz olmayacak. Bizi yanıltsınlar diye bekliyordum. Ama maalesef bizi yanıltmadılar.
Sinan Aygün (ATO Başkanı):
Reel sektörle ilgili bir şey yok. Kurla ilgili bir program yok. Bu şu an en önemli hadise. Piyasalar kilitlenmiş durumda. Ticaret ve üretim yapılamıyor. En büyük belirsizlik kur konusunda. Buna bir hedef koymaları lazım. Yoksa belirsizlik sürer. 53 günün boşa geçtiğini düşünüyorum.





Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Sayın Kemal Derviş, dün yaptığı yeni ekonomi paketinde oldukça önemli açıklamalarda bulundu. Paketin detayları, yayınlanan metinde daha kapsamlı olarak açıklanmıştır.
Paketin genel çerçevesini oldukça olumlu buldum.
* Özellikle mevduat güvencesinin devam edecek olması, piyasalarımızın kilitlenmesini çözecektir.
* Devlet iç borçlanma kağıtlarından elde edilecek gelirlerin beyan dışı bırakılacak olması, piyasaları rahatlatma açısından önemlidir.
* MB başkanın doların 1 milyon 250 bin liralık fiyatının Nisan 1994 fiyatına göre yüzde 20 pahalı olduğunu açıklamadı, bu ay itibariyle doların gerçek değerinin 1 milyon-1 milyon 50 bin lira arasında olması gerektiğini söyledi. Bunun etkileri önümüzdeki hafta piyasalara yansıyacak ve dolarda bir miktar gerileme olacaktır.
* İç borçlanmaya öncelik verilecek olması önce faizlerin bir miktar yükselmesine neden olabilir.
Enflasyon ve büyüme hedefleri bugünkü şartlara göre olumlu.
* Özelleştirmelere hız verilmesi özellikle Telekom ve hava yollarının özelleştirilmesi ve bunlarla ilgili yasal düzenlemelere hız verilmesi olumlu.
* Gelir artırıcı kalemler arasında özel sektöre önem vererek ihracat ve turizm gelirlerinin artırılması.
* Programa dış desteğin sağlanarak IMF görüşmeleri sonucunda 10-12 milyar dolar seviyesinde kredi sağlanabileceğinin açıklanmasını olumlu buluyorum. Ayrıca önümüzdeki hafta içinde paketin dış kaynak bölümünün açıklandığında piyasalara olumlu yansıyacaktır diye düşünüyorum.
Çok çalışıp çok üreteceğiz, çok ihracat yapacağız. Ayrıca turizm gelirlerinde şimdiden olumlu gelişmeler olmaktadır. Bunları göz ardı etmemek gerekir.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 19,5 milyar dolarlık tasarrufu da oldukça önemlidir.
Bence program kısa ve uzun vadeli iyi sonuçlar üretecektir.




Dış ve iç piyasa çevrelerinin ve Türk halkının uzun bir süredir beklediği yeni ekonomik program nihayet açıklandı, daha önce çarşamba günü açıklanacağı belirtilen ve sürekli ertelenerek 14 Nisan Cumartesi'ye bırakılan Türkiye'nin güçlü ekonomiye geçiş programı, ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş tarafından açıklandı.
Genel olarak baktığımızda programı bir küçülme ve kemerleri sıkma programı olarak algılıyoruz, öncelikle programın 15 günde çıkarılması zorunlu olarak kabul edilen 15 yasa üzerine de kurulduğunu ve Sayın Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş'in göreve başladığından beri sürekli vurguladığı bazı söylemlerini aktardığı bir niyet mektubu olarak da algılamak mümkün, dış finansman desteğinin miktar ve zaman olarak belli olmaması sebebiyle programın ne denli güçlü olduğu ise henüz bu açıdan belli değil. Görüntüde ancak para ve sermaye piyasalarını ilgilendiren bazı mesajlar dikkat çekici.
I. Kasım ve şubat ayı likidite krizlerinde % 7.500'lere varan faiz yükselişlerine yol açan kamu bankalarının likidite sorununun çözümüne yönelik yasal ve ekonomik tedbirlerin alınmış olması, ödenmiş sermayelerin yükseltilecek olması ve krize yol açan bankaların piyasalara olan yükümlülüklerinin sona erdirilmesi.
II. Nisan sonuna kadar Demirbank'ın satışı.
III. Özel bankaların dönem kârlarını sermayeye ilave ederek mali yapılarını güçlendirmeleri.
IV. Kamu bankalarına piyasa şartlarına uygun faizli Hazine kâğıdı verilerek görev zararı alacakları en kısa zamanda ortadan kalkacak.
Olması muhtemel likidite krizlerini engellemeye dönük olması açısından olumlu.
Ayrıca dalgalı kura aynen devam edilecek. Bakan ve bürokratların halen 1.200-1.300 aralığında dalgalanan doların % 20 oranında yüksek olduğunu vurgulamaları iç ve dış spekülatörlere verilen bir mesaj olarak algılanabilir.
Bunun dışında piyasayı yakından ilgilendiren 15 yasa içinde Telekom yasasında altın hisse kuralı işletilerek yabancıya en fazla % 49'luk blok satışa izin verilmesi dikkat çekici.
Programın dayandığı 15 yasanın henüz sadece birkaçının Meclis'te kabul edilmesi ve dış finansmanın miktarının ve zamanının bilinmemesi piyasalar önündeki belirsizliğin devam etmesine yol açacak gibi görünüyor.
Bu açıdan ne döviz piyasasının, ne Borsa'nın, ne de bono piyasasının önümüzdeki hafta başından itibaren sağlıklı bir yön izlemesi mümkün görünmüyor.

2001'de imf'nin dayattığı 15 kanun


   bugünlerde kimsenin hakkında konuşmadığı ya da konuşturulmadığı kanunlardır.

11 yıldır akepe tarafından uygulanmış kemal derviş ekonomik programının kanunlarıdır.

türkiye'de devletçilik ilkesinin tarihe karışmasına neden olmuş, türkiye'yi vahşi kapitalizm bataklığına dizlerine kadar batıran kanunlardır.

bu yasa tasarıları 2001 krizi sonrası imf'den alınacak borçlara imf tarafından şart koşulmuşlardır. akabinde meclisten geçerek onaylanmış akp nin 11 yıldır yaptığı çoğu şeyin dayanağı olmuşlardır.

1. bütçe kanunu'ndaki değişiklikler.
2. görev zararlarını kaldıran kararnane ve kanun.
3. borçlanma yasası. (imf'ye iç ve dış diğer herkese olan borçların ödenme şeklini düzenleyen kanun)
4. kamulaştırma yasası.
5. 15 bütçe ve 2 bütçe dışı fonun kapatılması ile ilgili yasa.
6. kamu ihale kanunu.
7. merkez bankası yasası. (merkez bankası’na özerklik sağlayacak yeni yasa `ne özerklik ne özerklik!`)
8. bankalar kanunu'ndaki değişiklikler. (bankacılık düzenleme ve denetleme üst kurulu’na bankaları kapatma, iflas ettirme yetkisi tanınmasını sağlayacak icra ve iflas yasası’nda yapılan düzenleme)
9. iş güvencesi yasası.
10. ekonomik ve sosyal konsey yasası.
11. sivil havacılık yasası'nda değişiklik (bilet fiyatlarının türk hava yolları tarafından belirlenmesini öngören yasa tasarısı)
12. telekom yasası (telekom’un yüzde 51’inin satışına izin veren kanun tasarısı)
13. şeker kanunu. (şeker piyasasının işleyişini düzenlemek nihayetinde devletin şeker fabrikalarının özelleşmesi)
14. tütün kanunu. (tütün piyasasının işleyişini düzenlemek nihayetinde tekelin özelleşmesi tütün sektörünün komple amerikalıların eline geçmesi)
15. doğalgaz piyasası kanunu (bkz: http://www.mmo.org.tr/…32e08a25270_ek.pdf?dergi=248)

ek olarak dayatılmış olmasa da aynı yönde olan = hazineye ait arazilerin satışı, yurt dışına çıkışlarda harç alınması (bkz: yurtdışına çıkma harcı)

bu kanunların tamamı hakkında iyidir veya kötüdür diye tek kalemde konuşmak imkansız.
tıpkı kemal derviş bu ülkeye yarar mı sağladı zarar mı verdi sorusuna bir evet/hayır cevabı vermenin imkansız olduğu gibi. 2001 aralığında muhalefet tarafında olan tayyip ve recai kutanla kemal dervişin görüşmeleri hakkındaki haber şurda. tütün kanunu, kamu ihale kanunu ve borçlanma kanununun imf den gelecek kredi için imf nin ön şartı olduğu yenilenmiş.

sırf şu kanunlar bugün türkiye'sinin ekonomik durumu hakkında çok özet bilgiler veriyor aslında.

devletçilik ilkesi yararlımıydı zararlımıydı, devletçilik ilkesi ile güvenceli işler, devlet eliyle yönetilen fabrikalarda, idarelerde daha insancıl şartlarda çalışan işçiler, belediye çalışanları vs. ile daha ufak paraların döndüğü bir türkiye yerine işçi sınıfının taşeronluğa, haksızlığa, razı olduğu, kanının emildiği ama daha büyük paraların döndüğü daha fazla ciro yapan bir ülke mi daha iyidir bu tartışmaları burada yapmayacağım.

şeker kanunu, tütün kanunu, telekom kanunu gibi kanunlarla özelleştirmeleri nirvanaya çıkaran türkiye'de tarım sektörüne en büyük darbelerden birini vuran, telekomun dahi özelleştirilmesini sağlayan en büyük kanun paketi olmalarının yanında örneğin kamu ihale kanunundan önceki devlet ihale kanunun piyasa müteahhitlerine ve sanayicilerine havadan dağıttığı milyon dolarların da önünü kesmiştir bu paket.
bankalar kanunu ile bankaları kuyruğundan yakaladılar, bankasını hortumlayanın mallarına el koyma hakkı elde etti devlet ama bunu yanında nasıl tavizler verildi: fahiş kredi kartı faizleri, banka gelir kalemleri gibi şu anda halkı soymakta olan modern hırsızlara dönüştü bankalar. özellikle akp dönemi ile arap dünyasından ve nerden geldiği belli olmayan yerlerden gelen sıcak para bankalarca halka düşük faizle kredi olarak dağıtılmaya başlandı bu da bankalar kanunundaki özel bankalara güvence fonu getilimesi değişikliğinin bir sonucudur. en son 2009 yılında akp nin getirdiği işçi maaşlarının bankalardan yatırılması zorunluluğu ile bankaların ekmeğine bir kaymak daha sürülmüş oldu mesela. anladığımız üzere hükümet bankalarla mutual bir ilişkiye girdi kuyruğunu elinde tutarken bir yandan siyasi krizlere yola açabilecek ekonomik riskleri elimine ettiler bir yandan bankaların gönüllerini hoş tuttular.

o zaman ne söylesen komplo teorisiydi ancak aradan 11 yıl geçti ve sonuçlarını da az çok gördüğümüze göre şimdi bazı gerçekçi yorumlar yapabiliriz.

imf bu 15 kanunu neden türkiye'ye dayatmıştır ?
imf özellikle ihale, tütün ve borçlanma kanunlarını neden üstüne basa basa durmuştur?
bu 15 kanunluk paket akp'nin ekmeğine ne şekilde kayma sürmüştür.
ilk gündeme geldiği yalın haliyle ecevit hükümetinde dahi büyük tepkiler almış bu 15 kanunluk paketi daha sonra akp kendi çıkarları uğruna yaptığı değişikliklerle ne kadar daha ileri götürmüştür? bu değişiklikleri yaparken hiç tepki almışmıdır?

akp'nin bu ülkeye verdiği zarar hesaplanırken şu kanun paketini olayın tam merkezine alarak bir hesap yapılması gerekmektedir.
ecevit ve derviş bazı konularda tabiri caizse ortayı açmış tayyipe de sadece kafayı vurup golü atmak kalmıştır.

-12 yıldır devam eden şeker fabrikalarını özelleştirilmesi şeker kanununun eseridir.
-tekel işçilerinin dramını tekelin özelleştirilmesini gördük geçirdik hepimiz.
bu süreçleri ecevit ve kemal derviş 1 başlattı akp 100 devam ettirdi üstüne ekledi bokunu çıkardı. ama sonucun böyle olacağından habersiz olduklarını bugünleri öngöremediklerini düşünmüyorum. işin içinde iş olduğunu düşünüyorum.

şüphesiz bu kanunların içinde en hayırlısı kamu ihale kanunu idi. bu da muhtemelen devlet bütçesindeki derin delikten 2. sınıf zenginlere müteahhit ve sanayicilere kepçeyle giden paranın önünü kesmek içindi. böylece imf ye borçların ve faizlerin ödenmesinde zorlanılmayacaktı türkiye. sonra akp bu kanunun da bokunu çıkardı. ihalelere onca şeffaflık getiren kanunda ihaleleri "belli istekliler arasından" yapılabilmesi maddesini yaygınlaştırarak "herkese açık ihale" konseptini azalttı, direk yandaşlara vermeye, kendi burjuvazisini oluşturmaya başladı. hem de toki ile bu kanun sayesinde onca yandaş olmayan müteahhidi batırdıktan sonra yaptı bunu. pazarı kendi adamlarının eline verdi yani.

bana göre tüm bu kanunların en kötü yönleri

1-kamuoyu tarafından hiç tartışılmadan onaylanmış olmaları.
2-siyasi etkilere çok açık özelleştirmelere, yandaşlık, hortumculuk gibi konulara müsade eden kanunlar olmaları ve bu yönünün hiç hesaba katılmaması.
3-devletçilik ilkesini yok etmeleri. taşeron kültürünü türkiye'de oturtmaları. işçilerin, açlışanların kanını emilmesine olanak sağlamaları.
4-sıcak paranın döndüğü inşaattan başka sektörü olmayan yapay bir ekonomi altında kriz üstüne kriz yediğimiz* bir ülkeye dönüşmüş olmamız.
5- doğal alan talanları, tarihin ırzına geçilmesi.
6- rant alanlarının oluşturulması

biri ortayı açar öbürü golü atar. sen ödediğin verginin hesabını soracak bilince ulaşmadığın sürece de bu memleketten bir bok olmaz.

21 Mart 2015 Cumartesi

Aydın Karaaslan


Ekonomik-demokratik sorunlarımızın çözülmesi, hakların korunup gelişmesi için BİR SENDİKAYA ÜYE OLMAK gereklidir.
Tam burada HANGİ SENDİKAYA sorusu gündeme gelmektedir. 
 
Dünyanın pek çok ülkesinde ve bizim ülkemizde de sendikalar arasında farklılıklar vardır.


Kimi sendikalar görevlerini sadece toplu iş sözleşmesi yapmak olarak görürler ve başka hiç bir etkinlik göstermezler.

Kimi sendikalar da, toplu sözleşme ile birlikte yasal ve demokratik ölçüler içinde işçilerin haklarını daima daha iyiye götürmek için çok yönlü etkinlikler gösterirler. İşçinin sağlığını, çalışma süresini ve sosyal sorunlarını gündemlerine alır ve çözüm üretme çabası içine girerler.

İşçileri karar süreçlerine katarak birlikte karar alma alışkanlığını geliştirirler. İşçilerin toplumsal alandaki etkinliklerinin de artması yönünde bir dizi faaliyeti işçilerle birlikte gösterirler.

Sendikal eğitim, sendikal yayın, işçi ailesini de hedef alan eğitsel ve kültürel faaliyetleri esas alırlar. Kısaca, işçilerin işyarinde, sendikada ve ülkede SÖZ VE KARAR SAHİBİ olmalarını isterler.

Aydın Karaaslan
Böyle olmayan sendikaların var olduğunu dikkate alarak, yukarıda belirtilen nitelik ve özelliklere sahip sendikalarda örgütlenmek doğru tutum olacaktır.













Tarımda Gübreleme

GÜBRE NEDİR? İçerisinde bir veya birkaç bitki besin maddesini bir arada bulunduran maddelere gübre denir. Gübreler yapılarına göre ticari gü...

Son 30 günde En çok görüntülenen